21 Aralık 2008 Pazar

Hâne'li kelimelerimiz




Hane kelimesi...

Farsçadan dilimize geçmiş olan hane kelimesini ne de çok sevmiş ve benimsemişiz.. Farslar bile bizim kadar hane kelimesini dillerinde baş tacı etmemiş, bizim kadar bu kelimeden türetmeler yapmamışlardır.Farsçadaki hane'li kelimeler şunlardır: ahengerhane (demirci dükkânı), daruhane (eczahane), defterhane (muhasebe evraklarının saklandığı mekân ), düşekhane (döşek yeri), lengerhane (aş evi), temaşahane (tiyatro), zerrathane (cephane), misafirhane, golhane (gülhane), derhane (saray), mektephane (okul), meyhane vb.

Gelelim bizim türetmelerimize. Arapça darp kelimesine hane’yi getirip darphane; Farsça kökenli çamaşır kelimesine hane’yi ekleyip çamaşırhane yapmışız. Türkçe kökenli kelimelere hane sözünün eklendiği durumlar daha çok: yağhane, balıkhane, basmahane, boyahane vb.

Yunanca kelimelere bile hane’yi getirip kelime türetmişiz. Kiremithane, marangozhane vb.

"Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur." diyen Nihat Sami Banarlı hak vermemek akıl kârı değil.

13 Aralık 2008 Cumartesi

Türk devleti mi,Türkiye devleti mi?



"Türkiye, devleti ve milletiyle bu güçlüğü yener." cümlesinde Türkiye ve devleti bir arada kullanılabilir. Ancak bu durumda Türkiye sözünden sonra virgül konması gerekir. Yıllardan beri Türk devleti derken şimdi bunun yerine Türkiye devleti demek nereden çıktı?

Türk yerine Türkiyeli diyenler Türk devleti yerine Türkiye devleti demeyi tercih ediyor.Türk yerine Türkiyeli demek ne kadar yakışıksızsa,dil açısından da Türk devleti yerine Türkiye devleti demek o kadar yakışıksızdır.Ya Türk devleti ya da Türkiye denir.Aralarındaki farkı hatırlamak için "Türkiye,Türk devletidir " cümlesini ehemniyete haizdir.

Türkçe mucizevî bir dildir,bu dilin kâidelerine sadık kaldıkça Türklüğe hasım olmak bile mümkün değildir.

Korkunç(acayip,müthiş) güzel

Son yıllarda çok, pek çok gibi sıfatlar varken bunların yerine acayip, korkunç, müthiş, inanılmaz gibi sıfatların kullanılması kulakları tırmalıyor. “Müthiş bir fırtınaya tutulduk” cümlesinde müthiş; “Dünya değişti insanlar bir acayip oldular” cümlesinde acayip; “Korkunç bir canavar sesiyle uyandık” cümlesinde korkunç yerinde kullanılmıştır. Her ismin, sıfatın yerinde kullanılmaması, sayılı kelimeler içinde kalınması anlatımı daralttığı gibi düşünceyi de körleştiriyor.

Meselâ; Korkunç güzel ucubesini ele alalım.Korkunç güzele sıfat olmaz,güzel olan mest eder ve korkuyla yanyana gelmesi tezattır.

Olsa olsa; korkunç sahne olabilir,güzel olanla oyuncunun sahnedeki mahareti kastedilebilir.

Cami



Cami kelimesine getirilen iyelik ekinin ne olması gerekiyor?Bazen camii bazen camisi kullanımına tesadüf ediliyor.Ancak bu kargaşaya mâhal vermemek için tek türlü kullanımın yaygınlaşması lâzım.İkinci i 'nin Sultanahmet Camii, Kocatepe Camii gibi tamlamaların tesiriyle cami kelimesine eklendiği vakıadır. Bir ad getirilmeden, bir tamlama kurmadan cami kelimesine i ekinin getirilmesine gerek yoktur. Bu durumda tamlamalara -si iyelik ekinin getirilmesi Sultanahmet Camisi,Kocatepe camisi bu tür yanlış kullanımları da önler.

İrtikâp



İrtikâp,Arapça kökenli bir kelimedir. Kâb hecesi uzundur. Bu hecenin bünyesinde kalın k, yani kaf değil, ince k yani kef bulunur. Dilimizde bu tür kelimelerdeki farklı iki k sesini birbirinden ayırmak için ince olanın önündeki ünlünün üzerine düzeltme işareti konulur. Bu işaret kullanılmadığı ve görevinin ne olduğu açıklanmadığı için pek çok kimse bunu kalın okumaktadır. Bir hukuk terimi olan ve “kötü iş işlemek, rüşvet yemek” anlamındaki irtikâp kelimesi bir zamanlar "yiyicilik" sözüyle karşılanmıştı.

Kelimenin söyleyişiyle ilgili bir başka sıkıntı son ses p’nin ünlü ile başlayan bir ek aldığında b sesine dönüşmesidir. İrtikaba meydan vermeyecek biçimdeki bir anlatımda irtikâp’ın son sesi değişip yumuşamaktadır.

Bu tür yabancı ismin birlikte kullanılacağı yardımcı fiilinin ne olabileceğini de düşünmememiz gerekir. İrtikâp’ın taşıdığı anlam geçişlidir ve buna uygun düşen fiil etmek’tir.

Makûs

“Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz...”

Bu söz,İnönü savaşları sonrasında Cumhuriyetimizin bânisi Gazi Mustafa Kemal tarafından İsmet İnönü'ye söylenmiştir.

Makûs

Lûgatler, makûs şeklinde yazılması gereken bu kelimeye “baş aşağı getiriliş, ters çevrilmiş, ters döndürülmüş” anlamlarını vermiş ve kelimenin mecaz anlamlarını ise “kötü, uğursuz” olarak göstermişlerdir. Oysa Atatürk, makûs sözünü millet talihine bir sıfat olarak eklemiş ve burada “yolunda gitmeyen, aksiliklerle dolu, gereği gibi işlemeyen” anlamlarında kullanmıştır.

Arapça kökenli olan makûs sıfattır ve bünyesinde ayın sesi bulundurur.Söz konusu ayın sesi bugün yerini a sesine bırakmış ve ilk hecenin uzun okunmasına sebep olmuştur. İkinci hecesi ise kusmak fiilinin kus hecesi gibi telaffuz edilmez, bünyesinde bulunan ünsüz, kalın olan kaf değil, kef'tir. Bundan dolayı düzeltme işaretiyle aynı zamanda uzun olan kûs hecesi ince okunur.

Ma'kûs imlası zamanla terkedilmiştir.Bugün kabul gören imlası makûs’tur.

12 Aralık 2008 Cuma

Hak etmek-Ha'kketmek


Hak etmek birleşik fiilinde yer alan hak kelimesini ince ünlü taşıyan etmek fiiline ulayarak a ünlüsünü ince telâffuz ediyoruz. Bu yanlış söyleyiş çok yaygın olarak duyuluyor. “Kazıma” anlamına hak ile kalın söylenen ve bir hukuk ıstılâhı olan “kazanım” anlamındaki hakk 'ı birbirinden ayrımalıyız. İlkini kâr örneğinde olduğu gibi ince, ikincisini kar örneğinde olduğu gibi kalın okumalı; ince ve kalın farkını gözetmeli; etmek fiilinin ince olan ilk hecesinin tesiriyle yanlış okumamalıyız.

hak etmek
1. bir emek karşılığı hakkı olan şeyi elde etmek, hak kazanmak: “Mutlu, başarılı, kendine güvenmeyi hak etmiş birisi.” -T. Buğra. 2. layık olduğu kötü karşılığı almak; 3. bir başarı dolayısıyla ödüllendirilmek: “Kadın dergileri bizi göklere çıkarıyorlardı, bunu da hak etmemiştik.” -A. Ağaoğlu.

hakketmek, -der Ar. §akk + T. etmek
(-i, -e) (ha’kketmek) 1. Maden, ağaç, taş üzerine elle yazı veya şekil oymak. 2. (-i) Yazı ve şekilleri kazıyarak silmek.



Tercüme Türkçesi!

Yeni nesil "Size (sana) tekrar döneceğim" veya "Bana geri döner misin?" cümlelerini kullanıyor. Bilhassa ticarethanelerde veya çeşitli müesselerde haber almak veya haber vermek, bir bilgiyi doğrulamak için kullanılan bu cümleler, son yıllarda tercüme yoluyla dilimize giren cümlelerden biridir. I call back biçiminde İngilizcede sık geçen bu cümlenin Türkçeye çevirilmiş hâli "Size (sana) tekrar döneceğim" veya "Bana geri döner misin?" bilgi almak veya bir bilgiyi teyid etmek maksadına matuf olarak konuşmacılar arasında geçmektedir.

Bundan önce de bu tür kalıp sözler Kendine iyi bak, Bizi izlemeye devam ediniz gibi tercüme yoluyla Türkçeye nakledilmişti.

Türkçe kelimeler muhteva etmesi ve Türkçeye göre yapılmış cümleler olması bakımından ilk bakışta dilimiz için zararsız kanaati hasıl eden bu hususun düşündürücü tarafı; sanki Türkçede böyle bir anlatımı karşılayacak sözler yokmuş gibi çeviri sözlere gidilmesidir.

Bu anlatım Sizi tekrar arayacağım diyerek pek iyi karşılanabilir.

Böyle bir cümle kullanmakta bir eksiklik mi var?

Bu cümleyi rahatlıkla kurabilen bir Türk, neden böyle bir çeviri söze başvurur?

Yabancı dil bilenlerin ve kendi dilinin inceliklerini yeterince bilmeden körü körüne bildiği yabancı dilin sözlerini Türkçeye çevirerek konuşanların artması bu olumsuz gelişmeye sebep olarak gösterilebilir. Anlaşılan işin temelinde ana dil hassasiyeti olmama,yabancı dil hayranlığı ve yabancı dillerin söz kalıplarını kullanmakla özentisi bulunmaktadır.

...

Ey gafiller!Dilinizi eşşek arısı soksun.

İmlâ ve şöyleyiş hatalarımızdan bazı misaller

Dükkân (yanlış söyleyiş dükkan), Hikâye (yanlış söyleyiş hikaye), ekâbir (yanlış söyleyiş ekabir), idrâk (yanlış söyleyiş idrak), irtikâp (yanlış söyleyiş irtikap), iskân (yanlış söyleyiş iskan), imsâk, imsâkiye (yanlış söyleyiş imsak, imsakiye), mekân (yanlış söyleyiş mekan), mükâfat (yanlış söyleyiş mükafat), rekât (yanlış söyleyiş rekat), şikâyet (yanlış söyleyiş şikayet), rükû (yanlış söyleyiş rüku), sükûn (yanlış söyleyiş sükun), tekâmül (yanlış söyleyiş tekamül), vekâlet (yanlış söyleyiş vekalet), zekâ (yanlış söyleyiş zeka), zekât (yanlış söyleyiş zekat), istikamet (yanlış söyleyiş istikâmet), ikaz (yanlış söyleyiş ikâz), ilhak (yanlış söyleyiş ilhâk), ikamet, ikametgâh (yanlış söyleyiş ikâmet, ikâmetgah), nikap (yanlış söyleyiş nikâp), rekabet (yanlış söyleyiş rekâbet)...

Bu vesileyle temas etmek istediğimiz bir husus daha var;

“Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımız. Şurası unutulmamalıdır ki, millî benliğini unutan milletler başka milletlerin şikârı olurlar. " cümlesinde “av” anlamındaki Farsça kökenli şikâr bugün unutulmuştur. Sırası geldiğinde Atatürk’ün bu sözünü söyleyenlerin bazen şikar kelimesinin kâr hecesini kar diye telaffuz ettiklerini duyuyoruz. Oysa bu kelimenin kâr hecesi incedir.

Kânunuevvel,Kânunusani

Eski ay adları tarihe karıştı, yerine yenileri geldi. Ancak ekim, aralık, ocak dışında diğerleri gene de yabancı kökenlidir. Bazısı Arapça (Kasım), bazısı Süryanice (Nisan), bazısı da Lâtince (Mart) kökenlidir. Eski ay adları tarihe karışırken okunuşları da kullanılmaya kullanılmaya unutuldu. Dolayısıyla bu tür ay adlarını kullanmak gerektiği zaman bazı okuma yanlışları ortaya çıkıyor. Yılın ilk ve son aylarının adları olan kânunuevvel ile kânunusani kelimelerinin ilk hecelerindeki a üzerine düzeltme işareti koyma alışkanlığı olmadığı için bu kelimelerin baştaki heceleri “yasa” anlamındaki kanun kelimesinin ilk hecesinin ses değerinde telâffuz ediliyor. Hâlbuki bu kelimelerin ilk hecelerindeki k sesi ön damak ünsüzüdür; dolayısıyla a sesi de incedir. Bu hususa dikkat edilmediği zaman kânun sözü bir yandan “musikî aleti” olan kanun, diğer yandan “yasa” anlamındaki kanun ile karışır.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Altını Çizmek

Eski tabiriyle dillere pelesenk olan yani dile dolanan, dilden düşmeyen altını çizmek deyimi öteki karşılıklarını, yakın anlamlı kelimeleri dilin dışına itmiştir. Altını çizmek yeni bir sözdür. Önemle üzerinde durmak, önemle belirtmek, vurgulamak, vurgulayarak belirtmek, dikkati çekmek gibi karşılıkların yerine bugün bir tek bu söz kullanılıyor. Eskiden bu kavram için dilde tebarüz etmek, ehemmiyetle ifade etmek, nazar-ı ehemmiyete almak gibi karşılıklar vardı.

İfade gücümüzü altını çizmek ile sınırlı kalmış olması bizi üzüyor.

Alt sözü altında kalmak, altından Çapanoğlu çıkmak, alt etmek, altını üstüne getirmek, altına yatmak, altını pislemek, altını ıslatmak gibi deyimlerde görülür. Alt maddesi içindeki sözler daha çok, hoş olmayan menfî anlamlarda kullanılmıştır.

Hâsılı; tebarüz etmek, ehemmiyetle ifade etmek, nazar-ı ehemmiyete almak deyimlerini kullanmaktan imtinâ etmeyelim.

Azerbaycan


Azerbaycan kelimesinin ses uyumuna sokulup Azarbaycan olarak telâffuz edildiğine sık sık şahit oluyoruz. İlk hecedeki ünlünün kalın oluşu ikinci heceye tesir ediyor; ikinci hecedeki ince e sesi kalın a olarak söyleniyor. Oysa kelimenin ilk hecesi uzundur; bu dikkate alınmıyor. Aynı durum Azerî sözünün ilk hecesinde de söz konusudur. En başta dile vâkıf olmakla mükellef aydınlarımız bile Azeri demek sûretiyle kelimenin ilk ve son seslerini kısa telâffuz ediyor.

Düzeltme işaretinin (^) uzun heceyi göstermek üzere kullanılması kaldırıldığından ve bu durum işitmeye, kulak yoluyla öğrenmeye bırakıldığından bu yana Türkçede uzun hecelerin kısa söylenmesi giderek yaygınlaşmış; günümüzde uzun heceyi kısa okumak epeyce artmıştır. Bu durum ikili imlâdan sonra,ikili söyleyişi de yol açmıştır.

Taktir-Takdir


İmlâ Kılavuzu’nu masasında bulundurmayan bir hanımefendiye, yaptığı yazışmaların sıklığını görerek “Size bir İmlâ Kılavuzu gereklidir.” dedim. Bunun üzerine hanımefendi “Aman hocam bu yaştan sonra İmlâ Kılavuzu’na mı bakılır?” dedi. Yazıları arasında gözüme taktir edileceği gibi bir satır ilişti. Oysa takdir ile taktir anlamca da farklı sözlerdir. K sert sesinden sonra iç seste d kolayca t sesine dönüştürülüyor ve böyle yazılıyor. Hâlbuki “beğenme, değer verme” anlamındaki takdir, katre köküyle alâkalı olan taktir (damıtmak)’den ayrı bir sözdür.

Âşık Olmak

Türkülerimizde geçen bu birleşik fiilin ilk kelimesi olan âşık sözü giderek kısa söylenmeye başlandı. Sahnede aşık oldum diye bu fiili kısa okuyanlar, bu söyleyişi ile meşhur oldular ve bu bozuk telâffuzu maalesef dile yerleştirmeyi başardılar. İlk hecesi uzun olan ve anlamca ayaktaki aşık kemiğinden farklı olan Arapça kökenli âşık sözünün ilk hecesi uzundur. Birbirine benzeyen bu iki sözden “Bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyan kimse” anlamında olanına düzeltme işareti konulur ve ilk hece uzun okunur, dolayısıyla bu birleşik fiil âşık oldum diye söylenir.

Anîden


Bilindiği gibi an Arapça kökenli bir kelimedir. Anî ise nispet i’sini almış an kelimesinin sıfatıdır. Bu kelime için Cumhuriyet Döneminde teklif edilen olan karşılık birden sözüdür. Anî bir hareketle ayakları üzerine kalktı biçimindeki bir kullanımda anî sıfatı yerine birden kullanılacak olursa cümlede de küçük bir değişiklik yapmak icap ediyor. Birden ayakları üzerine kalktı cümlesindeki anlam hareketi de içine almaktadır. Ancak burada birden, anî misalinde olduğu gibi artık sıfat değil, bir zarftır. İşte bu açığı kapatmak için anlaşılan dilde anî yanında bir de bunun zarfına gerek görülmüş ve nispet i’si üzerine -den durum eki gelmemesine rağmen anîden biçimi yaygınlaşmıştır. Buna göre anî sözünü sıfat, anîden sözünü ise zarf görevinde bilerek kullanmalıyız.

Yapmak Fiili ve Süleyman Nâzif


Yâkup Kadri Kara­osmanoğlu, dönemin çeşitli yazarlarını değerlendirirken Süleyman Nazif’in yapmak fiiliyle ilgili duyarlığına şöyle yer veriyor:

“...Üstad, günlük gazete yazılarımın birinde , bilmem kimden bahsederken, bilmem neden dolayı “vazifesini yaptı” diye bir tabir kullandığım için başka bir gazete(de) beni bir ortaokul öğrencisi gibi paylamış ve “şu yapmak” fiili çıkalı birçok şeyler yıkıldı diye kükremişti.
İtiraf ederim ki, o günden beri, ben hâlâ “yapmak” fiilini kullanırken tereddütten tereddüde düşerim; hele Türkçede “vazife görmek, vazifesini yerine getirmek” gibi söz şekilleri varken “vazifesini yapmak” demekten ürkerim ve günlük gazetelerin baş sayfalarının 36 puntoluk manşetlerinde sık sık gözüme çarpan “konuşma yaptı, açıklama yaptı” gibi laflar karşısında üstadın hayalini (görür) diken diken sakalı ve sivri dişleriyle üstüme saldırır hissederek irkilir kalırım.
Süleyman Nazif iyi ki vaktinde öldü. Yoksa, elinden ve dilinden çekemeyeceğimiz kalmayacaktı.Yoksa aklını oynatıp bizi boğmaya kalkışacaktı. Hayır belki de Türkçeyi yeni öğrenmeye başlamış bir ecnebiyi taklit ettiğimizi sanarak kahkahalarla gülecekti. Ya da bize şöyle sataşacaktı: “Mademki, konuştu yerine konuşma yaptı diyorsunuz: neden geldi yerine gelme yaptı, gitti yerine gitme yaptı demiyorsunuz?”
(Gençlik ve Edebiyat Hatıraları -Yâkup Kadri Karaosmanoğlu- 173. s)

16 Kasım 2008 Pazar

Türkçe'nin Kaybolan Sesleri

Türkçe'nin Kaybolan Sesleri

Haluk Şahin Radikal'deki köşesinde, internet hayatımıza girdi gireli, x ve w harflerinin etrafımızda cirit attığını, artık bu fiilî durumun alfabemizde resmiyet kazanması gerektiğini yazdı. Konuyla ilgili yazarların bir süredir tartıştıkları bu mesele, ister istemez mevcut alfabemizdeki bazı eksikliklerin de gündeme gelmesini sağladı. Taha Akyol da dünkü Milliyet'te, yirmi dokuz harfli alfabemizde yeterli harf bulunmadığı için Türkçenin kaybolan seslerinden söz ediyordu. Ünlü (vokal) bakımından çok fakir olan Arap alfabesiyle ünlüsü bol Türkçenin birlikteliği başından beri problemliydi. Şaşırtıcı olan, bu problemi giderme yolunda hemen hiç çalışma yapılmamış olmasıdır. Aynı alfabeyi kullanan öteki halklar, kendi dillerine has sesler için bazı işaretler kullanarak yeni harfler türettikleri halde, atalarımız böyle bir ihtiyaç hissetmemiş, Arapçada bulunmayan p, ç, j ve ñ ünsüzlerini (konsonant) ilâve etmek dışında, ıslahattan kaçınmışlardır. Doğrusu ben bu tuhaf zihin tembelliğini açıklamakta zorlanıyorum. 1928'de aslında köklü bir zihnî dönüşüm hedeflenerek yapılan harf inkılabının dayandırıldığı en önemli gerekçe budur: Arap alfabesiyle Türkçenin ses yapısı arasındaki kan uyuşmazlığı. Ancak yeni alfabede de aynı şekilde bazı seslerimizin yok sayıldığı nedense hep görmezlikten gelinmiştir. Çok kısa bir sürede hazırlanan ve kabul edilen modern Türk alfabesi, zamanla Türkçedeki bütün sesleri eksiksiz karşılayacak hale getirilmesi gerekirken mevcut şekliyle dokunulmazlık zırhına büründürülmüş ve bu yüzden birçok ses yok olmuştur.Yeni alfabe, dilimizdeki Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin imlâsında büyük sıkıntılar yarattığı gibi, aslî seslerimizi de tam karşılamıyordu. Mesela, el'i él'den, geç'i géç'ten ayırmamızı sağlayacak kapalı e unutulmuş veya gözden çıkarılmıştı. Aynı şekilde Türkçenin güzel ve zengin seslerinden biri olan deñiz, diñlemek, añlamak gibi kelimelerdeki genizden gelen ñ sesini karşılayacak bir harf de düşünülmemiştir. Bu harfe "onuñ defterini", "seniñ defteriñi" gibi kullanışlardaki ses farklılıklarını belirtmek için de ihtiyaç vardı. Arap alfabesinde kaf ve hı harfleriyle gösterilen sesler de Türkçenin eski ve aslî seslerindendir ve maalesef bugün yok olmuştur.Nurullah Ataç, Zeki Velidi Togan, Ömer Asım Aksoy, Necmettin Hacıeminoğlu gibi bazı yazarların ve ilim adamlarının işaret ettikleri bu problemlerin yeterince ve cesaretle tartışıldığı söylenemez*. Esasen, harf inkılabıyla hedeflenen zihnî dönüşüm, öncelikle tartışmayı ve mevcut olan üzerinde sürekli düşünerek mükemmele ulaşmanın yollarını aramayı gerektiriyordu. Halbuki, eskilerin Arap alfabesine giydirdikleri dokunulmazlık ve kutsallık zırhı, Lâtin asıllı yeni Türk alfabesine de giydirilmiştir. Kısacası, alfabe değişmişti; fakat zihniyet kalıpları devam ediyordu.Lâtin alfabesine geçen Türk cumhuriyetleri bizim hatalarımızı tekrarlamadılar. Mesela, Azeriler yirmi dokuz harfli alfabemizi olduğu gibi kabul etselerdi, yirmi-otuz yıl sonra, Azeri Türkçesi, kulağımıza musiki gibi gelen o güzel sesleri kaybederek Türkiye Türkçesinin yaşadığı trajik akıbeti yaşardı. Eski İstanbulluların konuştuğu Türkçenin Fransızca gibi son derece âhenkli bir dil olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Yeri gelmişken, Abdülhak Şinasi'den Geçmiş Zaman Fıkraları'ndan bir anekdot nakletmek istiyorum:"Paris'te metroda Halid Ziya ile Hamdullah Suphi birbirlerine rastgelmiş, bir hayli konuşmuşlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelmiş, mazur görülmesini rica ile, kendisinin dillerin musikisiyle alâkadar olduğunu ve hangi dille konuştuklarını sormuş. Türkçe olduğunu öğrenince, şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis olduğunu söylemiş. 'Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor, zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için ne uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!' demiş."Bugünkü Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Halid Ziya'ların, Hamdullah Suphi'lerin âhenkli Türkçesi değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz kakofonik bir Türkçedir. Maalesef!Bu "sorun", x'lerle, w'lerle, q'larla halledilebilir mi dersiniz?


* Nurullah Ataç, Söz Arasında'ki denemelerinden birinde şöyle diyor: "[...] Ne var ki bizim seslerimizi de göstermiyor. Genizden çıkardığımız ñ'yi göstermiyor, eskiden Arap yazısının hı'sıyla gösterdiğimiz sesi göstermiyor, bizim iki türlü e'miz vardır, birini göstermiyor. Buna gönlüm katlanamıyor".

Beşir Ayvazoğlu

Yine Türkçe

Yine Türkçe

Farsça'da şöyle bir söz vardır:

'Lafz, Lafz-ı Arab” est!Fars” şeker est!Türk” hüner est!' Yani söz denildi mi Arabca'dır! Farsça şeker gibi yumuşak ve akıcı bir dildir! Türkçe hünerdir! Öyle bir dildir ki konuşması özel beceri gerekdirir.

Tabii Türkçe derken -en azından ben- İstanbul Türkçesi'ni, onun da 'Babıali” ağzı'nı anlıyorum. Eskiden böyle bir Türkçe ve böyle bir ağız mevcuddu. Yaşlılar hatırlar. Bu lisan ile ve hem de aruzla şiir yazan Fransız, İtalyan, Hırvat, Sırp, Romen, Macar, Arab, Fars, Yunan, Ermeni ve daha irili ufaklı başka milletlerden pek çok ed”b vardır. Tunuslu Hacı Muhammed, 1559'da bitirdiği ünlü coğrafya kitabını yazdığı önsözde demişdir ki 'Ben bu kitabı Türkçe yazdım. Çünki bu dil bugün dünyaya hükmeder.'...

Taammüden

Demek ki Türkçe, bugün 'Neo-Tanzimatist', yani 'yanaşma' yani 'Avrupa Yalakası' birtakım 'aydınlarımız'(!) tarafından iddia edildiği üzere kıyıda köşede kalmış bir lisan değil, tam tersine bizzat onlar tarafından 'taammüden' kenara itilmiş ve ırzına 'tasallut' edilmiş bir 'sabık' dünya dilidir!.Daha doğrusu 'idi'...Türkçe'nin önemsiz olduğunu ileri sürerek kendi kifayetsizliklerini perdelemek isteyen 'TaksimTünel arası yazar ve çizerleri' bana lütfen şunu ”zah etsinler: Bugün bizim konuşduğumuz, yahut konuşduğumuzu sandığımız, 'İstanbul Türkçesi'ni en az 110-120 milyon insan (geniş Osmanlı kadrosu, Azeriler, Türkmenler, Ermeniler v.s.) anlıyor. Peki, bizim neden tek bir Nobel sahibi romancımız, şairimiz yok da ancak dört beş milyon insanın anlayıp yazdığı bir Norveççe'den yahut onbeş onaltı milyon insanın kullandığı bir Sırp Hırvatça veya on oniki milyonun dili olan Macarca'dan var? Bir milyar 300 milyon insanın konuşduğu Çince niçin 20. Yüzyıl boyunca tek bir uluslararası yazar yetişdiremedi? Yanılmayınız! 2000 Yılı Nobel Edebiyat Ödülü Sahibi Gao Xingjian 'Fransızca' yazar eserlerini...

Kemiyyet değil keyfiyyet

Demek ki bir dilin 'edebî' ve fikr' verimi', kaç kişinin o dilde 'çene çaldığı'ndan ziyade o dilin hangi 'düzeyde' kullanıldığına bağlı.Türkçe bugün, şahdamarına ustura yemiş bir cinayet kurbanı misali can çekişiyor. Fakat Türkçe'nin katlini 'münferid' bir hadise olarak telakkıy edersek yanılırız. Bana öyle gelir ki 'Türklük Organizması' aşırı yaşlanma sonucu artık 'hücrelerini yenileme' kaabiliyetini kaybetdi.Toplumlar, milletler, kavimler, medeniyetler hep aynı akıbete duçar oluyorlar önünde sonunda...Önce muhayyile silinip gidiyor... Sonra hafıza... Ve nisyan...En fecisi nedir, bilir misiniz?Unutacak bir şeyimiz bile kalmadı artık...Gelin de ölümsüz Cemil Meriç'i anmayın:'Argo kaanundan kaçanların dili! Uydurma dil tarihinden kaçanların!'...

Dünyanın en ahengli dili

Bundan 133 yıl önce (Arnavut asıllı!) Büyük Osmanlı entellektüeli Şemseddin Sami Bey şöyle yazıyordu:- Dünyada kulağa en ziyade hoş gelen dil İtalyanca veya Rumca'dır diyenler var. Lakin tecrübe edenler teslim ve itiraf ederler ki dünyada kulağa en hoş gelen ve anlamayanları bile meftun eden bir dil varsa o da İstanbul'da ve Devlet'in büyük şehirlerinde konuşulan Türkçe'dir.Türkçe 1880'lerden ”tibaren modernite yolunda zaten kendi iç dinamikleriyle adamakıllı yol katetmeğe başlamışdı. Selanik'de intişar eden 'Genç Kalemler' Mecmuası'nda Ömer Seyfeddin'in 1911'de yayınladığı Yeni Lisan makalesi bunun için bir 'manifestosu' gibidir.

Gaaib Cennet Türkçe

Yıl 1903... Mevki, Paris... Boulevard St. Michel'deki kafelerden biri... Eşhas: Yahya Kemal, Abdullah Cevdet, Abdülhal”m Memduh... Ekim yapraklarının havada mağlub pişmanlıklar gibi dönendiği kızıl güneş ışıklı bir ikindi üzeri...Aynı konuda birer mısra söylemeğe karar verirler.Almış Abdullah Cevdet: 'İsterim / ölmek deraguş eyleyip bir makberi.' (failatün, failatün...)Abdülhalim Memduh 'daha bir Türkçe' olacağı mülahazasıyla şöyle değişdirmiş: 'Bir kabri deraguş ederek / isterim ölmek.' (mef'ulü, mefa”lü, mefailü feulün)Şairin ifası, 'Bizimki', yani Yahya Kemal ise mırıldanıvermiş: 'Bir kabri ben kucaklayarak / ölmek isterim.' Bir 'hayır sahibi' tutup 'günümüz Türkçesi'ne çevirse de ne demek istediğini anlasak...Muhabbetle...

(Yağmur Atsız, Halka ve Olaylara Tercüman, 27 Ağustos 2004)

Zavallı Türkçe

Zavallı Türkçe

Bu yazının başlığını Zavallı Türkçe mi, yoksa Zavallı Türkler mi koyayım diye çok düşündüm. Öyle ya, güzelim Türkçe'yi zavallı yapan dilin kendisi değil, onu kullananlar, daha doğrusu kullanmasını öğrenememiş, bozuk-kötü-yanlış kullanılmasına aldırmamış olan Türkler'di.. Fazla uzağa gitmeyelim, sizin derginiz olan Aksiyon'da dahi -herhalde dikkatinizi çekmiştir- uzatma-inceltme işaretleri konusunda benim kadar ısrarlı olan yazar yok gibi. Kâğıt'lar 'kağıt', hikâyeler 'hikaye', nikâhlar 'nikah', vs. Oysa, hele bilgisayar çağında, değil şapka, istenen her türlü işaret konabiliyor harflere.. Ve bu, şuur sahibi milletlerin her şeyden önce önem verdikleri konu. Bilmem size anlatmış mıydım (daha önce anlatmışsam bağışlayın), böbrek ameliyyâtım münasebetiyle ABD'de bulunduğum sırada, benimle mülakat yapmak isteyen Turkish Daily News gazetesi muhabirini, 100 dolar verip bir Türkçe font almaktan üşendikleri ve 'Çeşme'yi 'Çeşme' yazmakta mahzur görmedikleri için reddetmiştim. 'Selâm'ı salam gibi 'Selam' yazan gazetenin muhabirini de aynı sebeple reddetmiş, 'Önce gazetenizin adım doğru yazın, sonra benimle konuşmaya gelin' demiştim. "Ama şapkalar kalktı!" (hemen savunmaya geçmeye, suçu başkalanna yıkmaya bayılırız ya!). Hayır efendim kalkmadı! Önce kalktı, sonra başanlamayınca yeniden kondu. Açın en son imlâ Kılavuzunu, kâr'ın şapkalı olarak yazıldığını göreceksiniz. Ama yıkmak, yıkıp yerine kolayı-ucuzu-kötüyü yerleştirmek o kadar kolay, bozulmuşu düzeltmek o kadar zor ki!..Peki, ne olur bu şapkaları kovmazsak? Nasıl olsa bilenler yine doğru okumazlar mı? Tabiî okurlar. Ama ya çocuklar, gençler, Türkçe'yi yeni öğrenenler? Onlar ne yapacak? Siz çevrenizde 'kâğıt'a 'kaat' diyen çocukları görmediniz mi? Canım, önce 'kaat' der, sonra öğrenir! Nasıl öğrenecek? Büyüklerinin (ve öğretmenlerinin) kâğıt yazdığını göre göre mi?!.. Nitekim, acı gerçek şu ki, dilimizi, doğru yazmadığımız için, uzun seslilere dilleri dönmeyen Ermeni vatandaşlarımız gibi, fonetiğini (yani mûsikîsini) bozarak konuşan, sadece çocuklar değil.


Geçtiğimiz 9 Ocak gece 3 haberlerinde, Atatürk'ün hayatını konu alan tiyatrodan bahseden NTV'nin hanım spikeri, Apik der gibi kısa a ile Raik Alnıaçık diyordu. Bu hanım 'Râik'in mânâsını bilmeyebilir, hattâ böyle bir ismi hayatında ilk defa duyuyor da olabilir. Ama elindeki kâğıtta doğru olarak Râik yazmış olsaydı, acaba bu hatayı yine yapar mıydı? Yıllar önce TRT spikeri de aynı umursamazlığın kurbanı olmuş, Sait Faik Abasıyanık'ın adını, 'kayık' der gibi Fayik şeklinde telâffuz etmişti.Arapça ve Farsça kelimelerle karışmadan önceki sert ve mûsikîsiz Türkçe, Karahanlılar'a (yani İslâma) kadarki, 'budun', 'uruldı', 'küvrük' örneklerindeki gibi sadece açık ve kapalı heceleri olan bir dildi. Ama o dil öyle kalmadı, kalamazdı. Önce İslâm'ın, sonra tasavvufun, sonra büyük bir medeniyyetin ve imparatorluğun dili oldu. Daha önce olmayan kısa ve uzun heceler açık ve kapalı hecelere katılarak dili zenginleştirdi. Böylece hem sözlük, hem ahenk bakımından muhteşem bir ifade gücü ve ses mimarîsi meydana geldi, içinde pek çok kelimesi bulunmasına rağmen, ne Arabm, ne Acemin anlayabileceği bu muhteşem dili bin yıl konuşmuş olan bir medeniyyetin çocukları olarak, biz artık 'Konya'da der gibi 'dünyada' diyemeyiz; böyle yazsak bile bunu 'dünyâda' diye okuruz. 'Bayatın' der gibi 'hayatın' diyemeyiz; böyle yazsak bile bunu 'hayâtın' diye okuruz. 'Sararın' der gibi 'kararın' diyemeyiz; böyle yazsak bile 'karârın' diye okuruz. Said'in a'sı kısadır, ama Fâik'in a'sı uzundur; onun için 'kayıp kayık' der gibi 'Sayit Fayik' diyemeyiz. Fayik gibi Rayik'in de hiçbir mânâsı yoktur; ama Faik 'üstün', Râik 'sade, saf, hâlis' demektir, sevgili spikerlerim!..Bazı kimseler, dilimizin 70 yıldır içinde yüzdüğü keşmekeşi adetâ savunur gibi, "Ne yapalım, derler, Türkçe'nin fonetik imlâsı henüz kesinleşmiş değil ki!.." Bu savunma, yaptığı hırsızlıkları kahramanlığının belgesi olarak gösteren çingeneninkine benzer (Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler). Uzun okunması gereken hecelere şapka konmamışsa, zavallı genç spiker ne yapsın? Bana sorarsanız, ne istiyorsa onu yapsın, ama spikerlik yapmasın! Çünkü, güzel konuşma ile ilgili bütün sanatlar gibi, spikerlik de bir kulak işidir. Osmanlıca kelime ve deyimler, yerlerine çirkin ve bozuk karşılıklar uydurula uydurula 70 yıllık savaş sonunda gündelik kullanımdan düşürülmüştür; ama en azından isimlerimizden hiçbir zaman silinemeyecektir (Türkler çocuklarına Müjgân, Lâle, Nâlân vb. isimler koymaya devam ettikleri sürece, Dalan der gibi Nalan da yazsalar, inceltmeli-uzatmalı şekliyle telâffuz edeceklerdir). Bir kimsenin kulak kabiliyyeti yoksa, doğru telâffuz konusunda en ufak bir kaygı ve merakı da olmasa, bu ülkede spiker olabilir. Olur ama, elindeki baştan savma yazılmış kâğıda mahkûm kalır ve gülünç olmaktan kurtulamaz. "Aman, kim anlıyor ki?" deyip geçmek en kolay savunmadır, biliyorum. Ancak bu, gülünç olmayı mühimsememenin de ötesinde, artık utanmayı da unutmuş olanların savunmasıdır. Ne diyelim?...


(7Mart 1998) Çinuçen Tanrıkorur

8 Ağustos 2008 Cuma

Hangi Türkçe?


Kabuk müptelalığının öncelikli meselesi, adı üzerinde kabuk; mânâ değil…
Doğur-gaç gibi kelimeleri Türkçeleşmiş addedenlerin “Türkçe seferberliği” hayrete şayan cidden. Türkçeye özen göstermekten ziyade, Türkçeyi pörsütmektir bu! Hani Türkçemizin güzelliği, ahengi, inceliği? Bugün bu ülkenin yazarlarını kıstas alıp, kaç kelime ile yazdıklarını bilmek dahi meselemizi açığa kavuşturmaya kâfi.

Gökalp’in “dili dilime, dini dinime” diyerek özetlediği millet tanımında, dilin bir millet için ne denli mühim olduğu malum… Bu sebeple dil, bir izah biçimi. Dil müessesesi itina ile muhafaza edilmediği müddetçe, ruhlar yabancılaşma mecburiyetinde âdeta. Hâl böyle iken; kişinin dili ile ruhunun iklimi müşterek güzergâhta. Beyatlı’nın ifadesiyle: “Her halk kendi ikliminin lisanını söyler.”

Dili olmayanın kimliği de olmaz. Dilsizlik bir nevi kimliksizlik... Zaten “insan dilinin altında saklı”. Dilin ifşâ edici bir vasfı var muhakkak. Kelimeler gücünü mânâlarından alıyor.

Halk, dilin kaynağı… Onun zaman dâhilinde sindirdiği bâzı kelimeler mevcut. Bu kelimelerin halen daha muhtevası ile uğraşmak, tuhaf bir kısır döngü… Zaten canlılığı inkâr edilerek, kısırlaştırılmak istenen yalnızca Türkçe değil. Bu minval üzere, inat ve ısrar ile “ulusal düttürü” cülük; yıkıcı, köreltici ve yozlaştırıcı…

Kök itibari ile farklı olup, zamanla benimsediğimiz, zamanla bizden olan her kelimenin kullanılmasında ne sakınca var? Fazlaca abartmadan kullanılmalarında bir beis görmüyorum. Tabelalarına değin yabancı kelime istilasına uğramış bir ülkenin de ciddi meseleleri olduğunun kanaatindeyim elbette.

Öz-Türkçecilik, dilin canlılığını öldürmekle yükümlü sanki. Kökü doğuya uzanan kelimeleri tasfiye edip, batı menşeli kelimeleri baş tacı yapmak, sömürgecilerin boyunduruğu altına girmenin bir başka yolu… Hâlbuki batılılaşma hareketini öze-dönüş hareketi olarak görmek, özün dönüp dönüşmesi ile alâkalı.

Türkçeye yapılan en büyük haksızlıklardan biri de, bâzı Türklerin Türkçeyi yalnızca bir iletişim aracı olarak idrak etmesi… Bizzat şuurun istikamet verdiği dil gerçeğini tefekkürden, yâni düşünceden soyutlayarak, mânâsızlaştırıyorlar! Türkçeyi kurtaranların(!), Türk’ü kadîm bir medeniyetinin varisliğinden kurtarması gibi…

Bu millet kabile hayatını dünde yaşamadı, bugünde… Bir taassup hâline gelen saf-dil bahsinden dem vurup, millîlik gütmek ise, tam mânâsı ile trajik! Terakkimize mani olan, olsa olsa bu kabileci zihniyet…

Kelime alamayanlar, kelime veremez! Kısırlaştırılma hâdisesi ile anlatılmak istenen budur esasen. Güzel Türkçenin güzel kalması kısırlaşmaması ile mümkün. Hemen suâl edelim: Hangi dil saf kalmış ki?

Hâsılı; kabuk milliyetçileri Türk’ü Türkçeden arındırmak için “uydurukça” yı şiar edinmeyi Türkçeye hizmetkârlık olarak telakki ediyor! “Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir” diyen Gazinin yakasını da bırakmıyorlar hâlâ. Bu “öz-Türkçe” ciliğin hangi özü Türk olana hitap ettiği ise meçhul. Haddizatında; cihanşümul bir devlet idrakinden süzülen bugünün genç Cumhuriyetinde, biz gençleri Tarzan-vari bir dilin mahkûmu yapmak istiyorlar.

Afşin Selim

31 Temmuz 2008 Perşembe

Türkçe'yi Öğreten Şarkılar


Bazen şarkılara, şarkılardaki kelimelere bırakırız kendimizi... Onlardaki ses, nağme kadar sözlerin de bizi alıp götürmesi, güftenin şarkıdaki güzelliğin yarı payını taşımasındandır. Türkçe'yi güzel konuşanların, şarkılardan türkülerden de dillerine kattıkları bir tat olmalı.

Onun için çocukların, gençlerin müzikle alışverişlerinde sözleri nitelikli olan iyi yazılmış şarkılara ilgilerini sağlamak gerek diye düşünüyorum. Fakat popüler kültürün yönettiği cıvık bir toplumda özele yer ayırabilmek, iyiyle kaliteliyle bağ kurabilmek için ne denli gayretsiz bulunduğumuzu bilmem uzun uzun anlatayım mı?


Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok.


Faruk Nafiz Çamlıbel'in sözleriyle Alaeddin Yavaşça'nın bestesi acaba çalınıyor mu bir yerlerde? Kaç yılda bir kez? Kim tesadüfen yakalayabiliyor? Kim siliyor, kim bu sesleri kulağımızdan silmek için var gücüyle çalışıyor? Yahut güftesi şair Nurettin Özdemir'e, bestesi Şekip Ayhan Özışık'a ait olan şu güzelim şarkı nerelerdedir?


Bir gün bana geleceksin ince bir yağmurla

Yıllardan sonra geleceksin, ıslanmış yorgun

Zamanlar içinde güzel ve olgun

Ve o şarkı hâlâ dudaklarında...


Yoksa Yahya Kemal'in "Belki hâlâ o besteler çalınır / gemiler geçmeyen bir ummanda." demesi gibi ummana mı gömdük o şarkıları ve daha nicesini? Herhalde bu konuda sanatçılar dert doludur.

Gidiyorlar...

Onlar gibi Türkçe'nin ustaları da tek tek gidiyor. Kim bilir nerelerden süzdükleri, damıttıkları kültürleriyle... Ve ortada abukizm'in nesi var, nesi yoksa televizyon kanallarına yığdığı bir çağdaşlık kıskacı, Türkçe'yi yamru yumru hale getiren birtakım insanlar...


Hele hele, yabancı kelimelerin en fazla saldırısına uğradığımız bir dönemde yaşıyor olmanın dikeni, zehri... Bu yozlaşma galiba doksanlı yıllarda kendisini iyice belli etti ve günümüzde de şiddeti artarak Türkçe'yi boğazlamasını sürdürüyor.


Geçende bir televizyon kanalında sofra adâbı üzerine konuşan konuklar, her biri belli bir yaşa gelmiş adlı sanlı kimseler dahi cümlelerine ikide bir yabancı kelimeler sokarak ayıp ediyorlardı. Bu sözcükleri kimileri başkalarını küçümsemek, ezmek yahut ukalalık olsun diye kullanır. Kullandıkları o yabancı sözcüklerden aklımda kalan birkaçı... Konsept, ring, refere etmek, ritüel...


Bu dil yabancılaşması yazık ki kimi yazarlarca da benimseniyor, hatta kimileri savrukça alıp kullanıyor bu kelimeleri. Yazıları belki ağırlık kazanır umuduyla... Olmuyor. Artık bu havalara kanan da yok üstelik, eskiden olsa belki.


Ne diyeyim? Gelecek kuşaklara yazık oluyor...


Sevinç Çokum

Hevenk-Tercüman,27.02.2005

Yeni Kelimelerin İmtihanı


Türk Dil Kurumunun 18 yıllık çalışmalarındaki başarı derecesini Türkçe’ye kazandırdığı yeni kelimelerin sayısıyla ölçmek yanlış olmaz. Fakat bu sayıyı bilmiyoruz. Bütün yeni kelimelerin Türkçe’de yaşamağa namzet olmadıkları düşünülürse, bu miktarın şimdiden tâyini de imkânsızdır.


Yeni kelimeler üç gruba ayrılabilir:


1. Sevildikleri, tutuldukları ve yaşayacakları muhakkak olanlar.

2. Şüpheli olanlar.

3. Yaşamayacakları muhakkak olanlar.

Birinci grup kelimelere birkaç misal: “Durum”, “inceleme”, “oturum”, “uçak”, “taşıt”, “gezi”... Bu kelimeler ve benzerleri bence yaşayacaklarında şüphe olmayanlardır. Çünkü Türkçe’nin dil yapısına, gramerine, fonetiğine ve hakim lehçe (İstanbul) şivesine uygunluk vasıflarına sahiptirler. Köklerinin mânasını da herkes bilir.


İkinci grup kelimelere birkaç misal: “Tüzük”, “devrim”, “tartışma”, “ülkü”, “örgüt”...
Bu kelimelerin yaşayacakları bence şüphelidir. Çünkü dil yapıları düzgün ve şiveye uygun olmakla beraber, köklerinin mânâlarıyla bugün kendilerine izafe etmek istediğimiz mânalar arasında farklar vardır. Bunlardan ‘tüzük” kelimesinin hangi kökten türediğini bilen de pek az.


Üçüncü grup kelimelere birkaç misal: “Kıvanç”, “ivedilik”, “işyar” ‘üsdeyi”...
Bu kelimelerin bence yaşamayacakları muhakkaktır; Zira kök bakımından manaları tam bir karanlık içinde olduktan başka, şekil bakımından da Çoğunun en yabancı kelimeden daha fazla zevki hırpaladığı meydandadır.


Yeni bir kelimenin yaşamağa ehliyetini anlamak için onu üç imtihandan geçirmek zorundayız: Mana, kaide, şive.


Bu üç imtihandan birini kazanamayan kelimenin yarınından şüphe edebiliriz. Üçünü de kazanamayan kelimeye hayat hakkı yoktur.

Peyami Safa Ulus, 10 Şubat 1951

Maymuncuk Kelimeler


Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türk Dil Kurumu çatısı altında toplanan ve ırkçılığı “ilericilik” diye yutturarak Arapça ve Farsça menşeli bütün kelimeleri kapı dışarı eden batıcı ve daha sonra onlara katılan solcu aydınlar, Türkçe’yi maalesef fakir, derinliksiz, âhenksiz ve ifade im­kânları son derece sınırlı bir dil hâline getirmişlerdir. Atılan her kelime, beraberinde üç beş kelimeyi, deyimi ve atasözünü de götürmüştür.


Aynı anlam grubuna dahil birkaç kelime yerine tek kelime ikame edildiği için nüansları ifade etmek imkânsızlaşmış, bu yüzden uydurma kelimeler maymuncuk gibi, olur olmaz yerlerde ve kulakları tırmalayacak ölçüde çok kullanılmaya haşlanmıştır.“Mesele”ye karşılık olarak uydurulan “sorun” bu maymuncuk kelimelerin en rahatsız edicilerinden biridir. Mesele, dert, sıkıntı, hatta zaman zaman buhran yerine kullanılan “sorun”, onca Türkçe kelimenin canına okurken “problem” e güç yetirememiştir. Esasen aydınların “sorun” u daha çok Arapça ve Farsça menşeli kelimelerledir.


Fransızca ve İngilizce menşeli kelimelerle hiç bir zaman ciddi bir biçimde mücadele etmemiş, “no problem” in “sorun değil” şeklinde katip halinde tercüme edilip yaygınlaşmasına bile seslerini çıkarmamışlardır.


“Neden” de, Türkçe’nin canına okuyan kelimelerden bi­ri. Artık mesela “Uçaklar sis yüzünden kalkamadı” diye yazan bir gazeteci bulamazsınız; “sis nedeniyle” derseniz çağdaşlığınız ve ilericiliğiniz “kanıt” lanmış olur. “Filancanın doğumunun beşinci yıldönümü münasebetiyle” derseniz çok ayıp; “.. yıldönümü nedeniyle” demelisiniz, “Bu vesileyle”, “bundan ötürü” “bundan dolayı” yerine hep “bu nedenle”... Yani, sebep, vesile, âmil, yüzünden, ötürü, dolayısıyla, münasebetiyle, vesilesiyle... Hepsi sizlere ömür!


“Ömür” de tu kaka kelimelerden biri, çünkü aslı Arapça “ömr”. Onun yerine “yaşam” ı kullanacaksınız. Uydurma kelimelerin en münasebetsizlerinden biri. Bu yüzden, “hayata geçirmek” gibi güzel bir deyimi, “hayat” ın yerine “yaşam” ı koyarak kullanmak mümkün değildir. “Yaşam” kelimesiyle sevdiğiniz birine “hayatım” diyebilir misiniz? Tabii bu arada “hayat memat meselesi”, “ömrüne bereket” gibi deyimler de sırra kadem basmaktadır. Ya “Sizlere ömür!” yerine ne diyeceğiz? “Sizlere yaşam” mı?


Öztürkçeçilerin Türkçe sandıkları Farsça menşeli “amaç” da dilimizden “gaye”, “maksat”, “hedef” ve “kasıt” ı koymuştur. “Gayem, Türk toplumunun kalkınmasına yardımcı olmak” mı diyecek, “amacım” diyor. “Bu maksatla” mı diyecek, “bu amaçla” diyor. “Hedefiniz” yahut “kasdınız nedir?” mi diyecek, “Amacınız nedir?” diyor.


Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakılırsa, “beğeni” kelimesi “zevk” e “öneri” de “teklif” e karşılık olarak uydurulmuş. Ama gazetelerde sık sık şöyle cümlelerle karşılaşıyoruz: “Filancanın sergisi beğeni kazandı.” Adam serginin “takdir” topladığını söylemek istiyor. Yani, “beğeni” çoktan “takdir” in tahtına oturmuş. Bu arada, Öztürkçe kullanma heveslisi hanımlar ve beyler “beğeni topladı” veya “beğeni kazandı” derken büyük bir Türkçe hatası işlediklerinin farkına hile varmıyorlar. Eğer Türkçe olması isteniyorsa, “Filancanın sergisi beğenildi” denilmelidir. Tıpkı ümit ve umut gibi. Ümit edilir, ama umut edilmez, umulur!


“Öneri” ye gelince; çevrenize şöyle bir kulak verin; sadece “teklif” değil, “tavsiye”, hatta Zaman zaman “teşvik” yerine kullanılan bir maymuncuk kelime haline geldiğini göreceksiniz. Tabii özbeöz Türkçe olan “sağlık verme” de bu arada gürültüye gitmiştir. “Teklifsiz tekellüfsüz” gibi deyimleri de hesaba katarsanız, Türkçe’yi özleştirmek ve zengin­leştirmek iddiasıyla yola çıkanların sebep oldukları felaketin büyüklüğü hakkında daha açık bir fikir edinmiş olursunuz.


Bir de “olay” var ki, evlere şenlik! Vak’a, hadise, vakıa gibi kelime ve kavramları Türkçe’nin dışına süren bu tuhaf kelime, maymuncukların maymuncuğudur. Özellikle aydıncıklar, her şeyi “olay” laştırmakta büyük haşarı göstermektedirler: “Bu sinema olayı önemli bir olaydır. Ben sinema ola­yını öncelikle yönetmen olayı olarak görüyorum, star olayı bitti abi!”


Maymuncuk gibi kullanılan uyduruk kelimeler saymakla bitmez. Kesif, çok, fazla, ardı arkası gelmez, hızlı gibi kelime ve kelime grupları yerine kullanılan “yoğun”; kat’i, muhakkak, mutlaka ve elbette’yi tepeleyen “kesin”, mahluk ve ucube’nin çanına ot tıkayan “yaratık”; merhale, safha, kade­me, derece ve devre’yi devre dışı bırakan” “aşama”... Hangi birini sayalım?


Türkçe’nin yazısı gerçekten kara!

Beşir Ayvazoğlu Türkiye, 20 Aralık 1993

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Türkçe'nin Sırları'ndan (*)




Şu fânî dünyâ saadetleri içinde hiçbir şey, âzîz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.


Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek..


Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek...


Dilin, böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...

Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına herşeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifâde ve mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazîfenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninni'ler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe'dir.


Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe'nin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır.


Çünkü diller, milletlerin en azîz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.


Çünkü yeryüzünde diller kadar millet ferdlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte azîz yardımcı olan başka kuvvet mevcud değildir.
Bir târih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gaazî veya şehîd olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dili'nin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.


Bizim târihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer ka­zandıran Yavuz Sultan Selîm ve daha nice cihangirler, bu târihî zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyiş'lerindeki inandırıcı lisâna borçludurlar.


Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının da bu başarısı, söze mû-sıkî'nin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şâiri Bâkî'nin: "Âvâzeyî bu âleme Dâvûd gibi sal / Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş." mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır.


Çünkü, tekrar edelim ki: Dillerin bir mûsikî kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır. Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat târihinin daha ilk anlarından başlayarak; söz'ü ses'le birleştirmeğe çalışmıştır.


Bunun en açık delili, söz'ün en güzel sesli ifâdesi olan şiir sanatı'nın, başlangıçta mûsikî sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hattâ çağlarca, mûsikî âletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir. (...)


Türkçe budur ve bundan sonra da böyle olacaktır.


Burada, son bir hâtıra olarak, Türk Dili'nin daha eski bir âşıkına döneceğim: Bu Türk Dili âşıkı, Divânü Lûgaati't-Türk yazarı, Kâşgarlı Mahmud'dur. Kâşgarlı Mahmud, bundan dokuz asır evvel, hem de Bağdad'da, Türk Dili için şunları söylüyordu: Türk dilini öğreniniz! Çünkü Türklerin uzun sürecek saltanatları olacaktır!


Onun dediği oldu.
Fakat söylediği sözlerin hakikati bitmedi.
Çünkü bu söz, bugün için de doğrudur ve şöyle bir değişiklikle, bugün de söylenebilir:
Türk dilini seviniz! Çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük geleceği olacak ve bu gelecek, o geçmişe dayanacaktır.


(*)Bu Metin, Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçe'nin Sırları adlı kitabındaki 'Bir Dil Konferansı' başlıklı yazısından kısaltılarak alınmıştır.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Dil ve ortak yüksek kültür


Dil kültürün bir âleti değildir. Dil, kültürdür.
Ernest Gellner

Bir şey koptu benden, her şeyi tutan bir şey;Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey.
Necip Fazıl Kısakürek


19 Asrın sonu - 20. asrın başı, Türkiye’de millileşme, milliyetçileşme devridir. Cumhuriyet döneminde devlet ve hükümeet başkanlarını milliyetçiliklerine göre sıraya koyarsak, Mustafa Kemal Atatürk tartışmasız doruğa yerleşir. Birikim açısından da, uygulama açısından da... Bu, milliyetçilerin lehine yazılacak bir puan. Fakat Atatürk’ten sonraki yokuş aşağı yolculuk da acıdır.

Bugünlerde, devletin zirvesinde milletin ve devletin adının bile tartışılabildiğini görüyoruz. Burada biraz batıya bakmakta yarar var: Siz hiç “Fransız” yerine “Fransalı”, “İngiliz” yerine “İngiltereli”, “Alman” yerine “Almanyalı” denmesinin teklif edildiğini duydunuz mu?

Etnisite ile milleti, millet ile ümmeti birbirinden ayıramayanlara kalsa, okullarımızda asılması mecburi olan “Ey Türk gençliği!” başlangıçlı hitabenin “Ey Türkiye gençliği!” haline çevrilmesi yakındır. Belki de hitabenin tamamı uygunsuzdur ve toptan kaldırılması daha makuldur.

Millete mensubiyet şuurunu nesillere verecek olan şey, Gellner’in “ortak yüksek kültür”ü; bizim için Türk kültürüdür. Bu yapının içinde de dil, baştadır: İnce anlam farklarını ifade edebilen, dünyadaki diğer zengin dillerle bu bakımdan rekabet edebilen bir dil. Hemen ikinci sırada, bu dille nesilden nesile aktarılan tarih macerası, milleti millet yapan unsurdur. Zaferlerimizle, başarılarımızla gururlanacağımız; fakat daha da önemlisi, mağlubiyet ve felâketlerimizi âdeta yeniden yaşayıp tâ içimizde hissedeceğimiz bir miras... “Biz”i teşekkül ettirecek, mensubiyet şuurunu doğuracak; yatay (coğrafya boyutunda) ve düşey (zaman boyutunda) birikimi sağlayacak mekanizmalar bunlardır.

Cumhuriyet rejimi tam tamına bu anlayışla ve Türk milliyetçiliği temelleri üzerine kurulduğuna göre, yukarıda tenkit ettiğimiz aksaklıklar nerden kaynaklanmaktadır? Tarihte ilk kez devlet kuracak gruplarda görülen, veya parçalanma yoluna girmiş, sınırlarını kolonizatörlerin çizdiği yapay eski sömürge devletlerinde makul karşılanacak münakaşaları biz niçin yaşıyoruz? Bunca yıl batılılaştıktan sonra niçin batının millî devletlerindeki öz güven bizde yok?

Millî eğitimi eleştirebiliriz... Gerçekten de millî eğitimimiz tenkidi hak ediyor. Eğitim sistemimizin neredeyse sekiz yıl yabancı dil öğretip, öğrencileri, “bu bir tren midir?”, “hayır kalemdir”in ötesine geçiremediğini hepimiz biliyoruz. Aynı eğitimin ne kadar Türkçe öğrettiğini aynı açıklıkta göremiyoruz. Çünkü çocuklar eğitim sistemine girdiklerinde zaten bir miktar Türkçe konuşmaktadır. Şu kadar yılın, ailede ve televizyondan öğrenilen Türkçeye ne ilave ettiği, bir şey ilave edip etmediği ciddiyetle sorgulanmalıdır. Cevap hiç de iç açıcı olmayacaktır. Burada yine Gellner’in millet teşekkülü mekanizmasını hatırlatmakta fayda var: “...bir anlaşma biçiminin (“idiom”) örgütlü okullar aracılığıyla ve akademik denetim altında geniş şekilde yayılması”.


Üniversite hocaları, ilk ve orta eğitimi bol bol eleştirirler. Fakat eleştirilen, öğretemediği ve eğitemediği söylenen bu teşkilâtın öğretmenlerini de üniversiteler yetiştirmektedir![1]

Belki bir adım geri çekilip, “peki, eğitim teşkilâtı niçin öğretmemektedir?” sorusunu sormalı. Bunun cevabında bir odak yokluğu ile; Türkçe öğretmenin, tarih öğretmenin ne anlama geldiği konusunda bir fikir bulanıklığı ile karşılaşırız. Bu konuda Türkiye eşsizdir! Türklerden çok daha genç milletlerin, meselâ Amerika’nın dilinin, tarihinin ne olduğuna, neyin öğretileceğine dair hiç bir tereddüdü yoktur. Alman, İngiliz, Fransız, Rus milletlerinin de. Fakat Türkler, neyin Türk olup neyin olmadığı, Türkçe’nin ve Türk tarihinin ne olduğu, hattâ bize “Türk” denip denmeyeceği konusunda ciddî tereddüt içindedirler! Bu tereddüt, ilk okuldan başlar, devletin tepesine kadar uzanır.

İdeolojik saplantılardan ötürü milliyet karşıtı tutum takınanlara bir sözüm yok. Onlar yapmaları gerekeni yapıyorlar. Fakat millet sevgilerinden, milliyetçiliklerinden zerre kadar şüphe etmeyeceğimiz çevreler bile, belki biraz abartarak, daha önce de, aşağıdaki şekilde ifade ettiğim tutum içindedirler:“Ben Türk milletini çok severim. Fakat:1) Onun dilini düzeltmek lâzım;2) Tarihi biraz sakıncalı, bazı kısımlarını rötuşlamak lâzım;3) Müziği ve mimarisini elden geçirmek gerekir;4) Dininde de problemler var.”

Nasrettin Hoca’nın, gagasını ve bacaklarını kestikten sonra leyleğe, “Hah, şimdi kuşa benzedin!” demesini hatırlatan bu tavır, keşke komik olsaydı.

Bu tuhaflığı çözmek için şu kim haklı, kim haksız, kim doğru, kim yanlış çekişmesinin dışına çıkıp, bize benzer başka bir toplum bulunup bulunmadığına bir bakmak lâzım... Ben bulamadım. Varsa da bunu batıda değil, doğuda aramak gerekiyor.

Ben olup bitene daha farklı bir açıdan bakıyorum ve galiba farklı bir soru soruyorum: Bu halkın ve bu devletin ne konuşacağı, tarihine nasıl yaklaşacağı, müzik ve mimarisinin hangi noktalarının reddedilip hangilerinin benimseneceğini, kısaca Türk Milleti’nin ne olduğunu bu insanlar, hangi sıfat ve yetkiyle tartışıyor? Garip olan budur! Demek ki o insanlar, ne olduğumuza karar verirlerse, biz o olacağız: “Muntazır kararına hâzır millet!

Türk entellektüelinin bu hâkimane bakışını bir çok alanda görmek mümkündür. “Hâkimane”den şunu kastediyorum: Diğer ülkelerdeki insanlar meselâ linguist iseler, ilgilendikleri lisanın kelime hazinesini, gramerini ve diğer kurallarını incelerler. “Nasıl?” diye araştırırlar. Bizde dile ilgi duyanlar, “bu dil nasıldır, mantığı nedir” sorularından önce, “Nasıl olmalıdır?” diye sorar ve kafalarına göre değiştirmeye kalkarlar. Bunun için dil bilgini olmaları, hattâ dil bilgisi bilmelerinin de gerekmediği kanaatindedirler.

Tarihe bakarken, normal tarihçiler, “ne oldu, nasıl oldu, kimler yaptı, niçin böyle oldu?” diye sorar. Türk “aydın”ı, “olmalı mıydı; doğru muydu, yanlış mıydı?” hattâ, “yaşasın, kahrolsun” diye değerlendir. 2006 yılında, “Vahdettin hain miydi?” (her ne demekse!) gibi bir sorunun insanları hop oturtup hop kaldırması bu hâkimane tutumun bir başka tezahürüdür. Bu, tarihi de kafamıza göre değiştirme teşebbüsüdür aslında. Tarihi değiştirmek mümkün olmadığı için tarih kitaplarını değiştiririz. Bunu yapanların da tarihçi olmaları, hatta tarih bilmeleri gerekmez.

Meşhur hikâyedir... Ruslar ilerlerken yüksek politika icabı İsmet İnönü’nün tutuklattığı milliyetçiler Ankara Cezaevi’ndeyken, yine yüksek politika icabı, daha önce, Ruslar çekilirken tutuklanan komünistlerle aynı yerde kalmaktadır. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Cezaevi’ni teftişe gelir ve komünistlere şöyle çıkışır, “Neymiş, komünizmi getireceklermiş! Siz kim oluyorsunuz? Gerekirse biz getiririz!”

Bütün bunların garip, hattâ komik olduğunu bugünkü değer ölçülerimizle görüyoruz. Fakat o zamanların insanlarını bugünün ölçüleriyle yargılarsak yukarıda tenkit ettiğimiz “hâkimane” tavrı biz de takınmış oluruz. Sadece “nasıl”a bakalım... Belki o nasılı iyi belirlersek, şimdi ne yapılması gerektiğini, daha da önemlisi ne yapılmaması gerektiğini daha iyi görürüz.

Gerçekten bu millî devlette bir şeylerin eksik olduğunu hissediyoruz. Eksik olan, Gellner’in, “biri diğerinin yerine geçebilen fertler”idir. Tandoğan’ın söylediklerinden anlaşılmaktadır ki 1944’te, bütün Türkler eşit değildir. Bazıları diğerlerine göre çok daha eşittir. Tandoğan da belli ki en eşitlerdendir. Bu tarihten on bir yıl önce yazılıp söylenen Onunu Yıl Marşı, “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” dese de, 1944 Türkiyesi’nde fertler hiç de öyle “biri diğerinin yerine geçebilen” kişiler değildir. Bırakın bir birinin yerine geçmeyi, kasketli köylünün Ulus’tan Kızılay’a geçmesi bile mümkün değildir.

Fikir adamı, dostum Dr. Ömer Dönderici, bu tutumu tenkit ettikten sonra, “Artık devlet milliyetçiliğinden, millet milliyetçiliğine geçmenin zamanıdır” hükmüne varır. Dr. Atila Demirkasımoğlu’nun yönettiği, Türklük ve Türkiye yararına bir fikir kuluçkası vazifesini gören http://www.turkdirlik.com/ sitesi bu fikri, “Önce millet, sonra millet, en son devlet!” şeklinde sloganlaştırır.

Peki, şu kelimeler iyi, bunlar kötü, tarihin bu parçası şöyle öğretilsin, bu parçasından hiç mi hiç söz edilmesin kararlarını vermeyi kendilerine iş edinenlerin fikir çapları, bilime hâkimiyetleri hangi ölçüdeydi?

20. asrın başında, devletin her yerinden çatırtılar yükselir, Batı’nın emperyalistleri hasta adamın bir an önce ölmesini bekler, mevti hızlandırmak için ellerinden geleni yaparken Türkiye’de hatırı sayılır bir fikir hayatı vardır. Milletin yaşama azminin tabiî sonucu, milliyetçilik yükselmekedir... Fakat bu yükseliş, “harap ve bitap düşmüş” bir toplumda gelişmektedir. Türkiye vücudunun yarısını kaybetmiş can cekişen bir insan gibidir. Anadolu’dan önce Türkleşmiş yurdumuz, Rumeli elden çıkmıştır.

Asrın ilk 22 yılının sonunda, her şey bitti sanıldığı bir anda, Türk yeniden doğmaktadır. Fakat o doğuşun şartlarına bakınız. Çanakkale’de Türk Ocakları’nın nesilleri yok olmuştur. Askerî Tıbbiye’nin sınıfları yok olmuştur. Zabitlerin şehadeti yetmemiş, Sakarya Zabit Muharebesi’nde, Harp Okulu öğrencileri şehit verilmiştir. Geriye, on milyon nüfuslu, fakat ancak onda biri okuma yazma bilen, bunun da belki onda biri Devlet İdaresi’nde görev alabilecek donanımda bir insan malzemesi kalmıştır. 1924’te kapanan tek darülfünunun ilk üniverite olarak açılması için 1933’ü beklemek gerekmektedir.

İşte bu şartlarda, bu insan sermayesi yokluğunda ilk el atılacak iş millî devletin, eskisinin küllerinden yeniden yükseltilmesiydi. Cumhuriyeti kuran milliyetçiler, başta Mustafa Kemal, yapılması gerekeni, belki bugünkü siyasilerden daha berrak bir şekilde gördüler. İlk iş, Türk Dili’nin ve Türk Tarihi’nin, öğretilmesiydi. Henüz Gellner kitaplarını yazmamıştı ama onlar bunu biliyordu...

Yapılacak buydu ama bu, hangi kadrolarla?

Atatürk’ü, elinde tebeşir, tahta başında gösteren resimleri hepimiz görmüşüzdür. Bu, bir gösteri, bir halkla ilişkiler fotoğrafıdır diye düşünürsünüz. Fakat devrin şartlarını göz önüne aldığınızda, “acaba?” diye sormak gelir içinizden. Tahta başındaki öğretmenliği bilmiyorum ama Mustafa Kemal’in “Geometri” kitabı yazdığını biliyoruz. Bu her halde dünya siyaset tarihinde bir ilktir! Devlet Başkanı, Türk dili için bizzat kendisi kitap yazmak zorunda kalmıştır ve bu kitap gerçekten bir eksiği karşılamaktadır. “Çarpma”, “bölme”, “toplama”, “çıkarma”dan, “üçgen”, “dörtgen”, “açı”ya kadar, şimdi en tabiî rahatlıkla kullandığımız terimler bu kitaptandır.

Bu belki şimdi hoşumuza giden bir hikâye, fakat genç Cumhuriyet’in kadro sıkıntısının da bir göstergesi. Ne var ki, dil eğitimi de, tarih eğitimi de gerekliydi ve âcilen gerekliydi. “Muharebe mevcut askerle yapılır”, askerî stratejinin temel ilkelerindendir. Öyle de yapıldı. Ve maalesef, bu mevcut askerlerden bazıları silahlarının hangi ucunun namlu, hangi ucunun kabza olduğunun farkında değildi.[2]

Atatürk devrinden sonra iş bütün bütün çığırından çıktı. Bütün fikir hayatının bir elin parmağı kadar gazete ve bir elin parmağı kadar yazarın güdümünde bulunduğu ortamda Türkçe de Türkçe eğitimi de derin yaralar aldı. Muhalif olmanın sağlığa son derece zararlı olduğu İnönü devrinde, gerçek veya hayâli siyasî desteği arkalarında hisseden dil devrimcileri bilim veya ölçü tanımadan yürüdüler. Züccaciye dükkânına girmiş fil gibi.

Bu tahribatı, Geoffrey Lewis’in kitabının başlığı çok güzel ifade ediyor: “Türk Dil Reformu- Felaketli Bir Başarı”[3]. Lewis’e göre, toplam eğitimi üç yıllık ilkokulla sınırlı Nurullah Ataç, “öztürkçe”ye en fazla kelime ekleyen yazardır! Lewis bir taraftan reformcuların bilgisizliğini anlatırken bir taraftan da bilime saygısızlıklarını düzinelerce misalle gösteriyor. Lewis, 1949’daki 6. Kurultay’dan, şu olayı naklederek, günün havasını okuyucuya gösteriyor: “Salondan, yeni teknik terimlerin oluşturulmasında uygulanan ilkenin ne olduğu soruldu. Salona hâkim olan mahçup sükûtu sonunda Linguistik ve Etimoloji Komisyonu Başkanı Ali Saim Dilemre bozdu. Dilci değil, fakat dost canlısı bir hekim olan Dilemre artık tahammül edememişti, ‘Arkadaşlar, kem küm etmeyelim. Bizim prensipimiz mirensipimiz yoktu, uyduruyorduk!’”[4] Terimler böyleyken kelimelerde de durum aynıdır. Gerçekten, Soğdça “kent”in niçin Farsça “şehir”den, Farsça “tür”ün niçin Arapça “cins”ten, Arapça “tüm”ün niçin Türkçe “bütün”den iyi olduğunu prensiplerle açıklamak kolay değildir.

Yapılanları, Atatürk’ün “Türk Milleti, dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” sözüyle savunmak mümkün değildir. En hızlı dil devrimcisi Nurullah Ataç, aslında Türkçe’yi Latince’ye dayandırmak, hattâ Türkleri Latince konuşturmak niyetinde olduğunu açık açık itiraf etmektedir. Tutulan yolun, aslında Osmanlı zamanındaki bürokrasinin, halkın anlamayacağı bir dil kurma çabasından farkı yoktur. Onlar bu işi doğu dilleriyle yaparak kendilerini farklılaştırmaya nasıl çabalamışlarsa, bu yeniler de Latince, Batı dilleri veya icad edilen bir dille kendilerini farklılaştırma çabası içindedirler. Bir bakıma, yukarıda anlatılan daha eşit vatandaşlar yaratma gayreti... Lewis, Fahir İz’in kendisine anlattığı bir olayı naklediyor. İz, İkinci Dünya Harbi’nden hemen önce Erzurum’lu bir çobana, “Biz Türkler...” der. Çoban derhal cevap verir, “Estağfurlullah efendim. Türk biziz. Siz Osmanlısınız.” Çobanın farketmediği, Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’nın bittiği, şimdi Türk’ün piyasasının yükseldiğiydi. Şimdi o “daha eşit” bürokrasinin algıladığı tehdit, “biri diğerinin yerine geçen” fertlerden sayılıp tek düze Türk olmaktı. Çareyi, bir başka türlü farklılaşmakta buldular: Onlar Türk değil, Öztürk olacaklardı. Türkçe değil, Öztürkçe konuşacaklardı. Yapılanların altında yatan birinci kök sebep budur.

İkincisini anlamak için okuyucumun, birkaç yazı önce çizdiğim bir şemayı hatırlamasını isterim. Birikim ve yenilikçiliğin ileri, arkaizm ve “kültür ihtilali”nin geriletici güçlerini... Ataçların ve Dilemre’nin fotoğrafını sunduğu prensipsiz mirensipsiz uyduranların konumu tam bu “kültür ihtilali-arkaizm” tavrıdır. Arkaizmleri, birçok arkaizmde olduğu gibi aslında hiç bir zaman var olmamış, hayalî bir saf Türkçe devridir. (Her nedense bu saf Türkçe Latince’ye ve ondan türeyen batı dillerine çok benzemektedir.) Aslında hiç olmamış hayalî altın çağa dayanarak binlerce yıllık bir kültürü yok etmek: Kültür ihtilali. Niçin? Çünkü birikimleri yoktu. O binlerce yıldan habersizdiler...

Dilin millî birlikte temel unsur olduğunu biliyoruz. Sebebi gayet basit: Dil, hem mekân üzerinde hem de zaman boyutunda anlaşmayı sağlayan araçtır. Siz on yılda bir yeni bir dil icat etmeye kalkarsanız, en üstün başarınız, ancak on yıllık bir millet yaratmaktır. Bu nevzuhur milletin çocuklarının büyüdüklerinde, “ben neyim?” tereddüdüne düşmeleri kadar tabiî ne olabilir? Bırakın binlerce yıllık bir edebiyatımızı, Atatürk’ün nutkunu önce sadeleştirmek, sonra sadeleştirilmişini sadeleştirmek ve en sonunda da ikinci suyundan tekrar sadeleştirmek zorunda kaldığımızı anlatırken Geoffrey Lewis’in acı acı gülümsediğini hissedersiniz.

Dil kelimelerden ibaret değildir. Yıkım kelimelerin de ötesine geçmiştir ve insanımız bunu kelimeler kadar açık görememektedir. İsmin halleri Türkçe’ye hastır. Tamlama ekleri de Türkçe’ye hastır. Türçe’ye has oldukları için de ateş altındadır. “Kapısal tokmak”, “penceresel cam” desem yadırgarsınız. Fakat “anayasal düzen”, “kamusal alan” dediğim zaman yadırgıyor musunuz? Niçin “anayasa düzeni”, “kamu alanı” değil? “Atatürk Cadde”, “Vatan Cadde” kulağınıza nasıl geliyor? Yabancı... Bağlanan eki “i”nin sokak isimlerinden hemen tamamen kalktığının farkında mısınız? Bildiğiniz birkaç sokağın ismini bir düşünün.

Yabancı dillerin boyunduruğu işte böyle gelir...


* * *
Yıkım, çoğu zaman kendilerini ayrıcalıklı kılmak, daha da iyisi gelir sağlamak için yapıldı. Fakat, tahribata katılanlar arasında bunu milliyetçiliğin gereği sayanlar da vardır.

Acaba bu hareketin millete, milliyetçiliğe faydası var mıdır?

Şunu belirterek başlayayım... Tarihimizin çeşitli devirlerinde, tıpkı bugün İngilizce kelimeleri fütursuzca cümlelerine yerleştiren ve böylelikle âdî halktan bir çıt yukarıya çıktıklarını hissedenler gibi, ne kadar çok Arapça ve Farsça bildiklerinin reklâmını yapanlar da vardı. Özellikle bürokraside bu çok özel sınıf zaman zaman hâkim duruma bile geçmişti. Fakat Türkiye bunun üstesinden gelmişti. Yakın çağın Nedimi, daha dünün Yahya Kemal’i bunun en güzel misalleridir. Millete dayanma, milletçe okunma mecburiyeti arttıkça, sade Türkçe yazma eğilimi kuvvetleniyordu. Yahya Kemal’in “beyaz Türkçe”si budur... Ataçların, 1980 öncesi Türk Dil Kurumu’nun maaşlı devrimcilerinin yaptığı bundan çok farklıdır. Bir bakıma eskiye dönüştür. Arapça ve Farsça yerine batı dillerini koymak veya uydurmak suretiyle yine milletten uzaklaşan yeni bir dil yaratmak!
Tekrar olacak... Milletin temelinde dil vardır. Dil iki yoldan milleti oluşturur:

1) Milletin nesilleri arasında, zaman üzerinde bağ kurar.
2) Milletin yaşayan bireyleri arasında, mekân üzerinde bağ kurar.

Siz on yılda bir dili, on yıl öncekini anlayamaz hâle getirirseniz zaman içindeki bağı yok edersiniz.

Dünyadaki bütün Türkler, sizinle birlikte kültür devrimine kalkışmadıysa, coğrafya üzerindeki bağlayıcılığı da bitirirsiniz. Avrupa’dan Asya’ya, Türkiye dışındaki Türk ülkelerine gidenler şu acı gerçeğin hemen farkına varırlar: Annelerinin, Türkçesiyle, “anadilleriyle” konuştuklarında anlaşılmaktadırlar. Dışımızdaki Türkler, meselâ Atatürk’ün nutkunu, orinal şekliyle anlamakta çok güçlük çekmezler. Fakat mevzi yerine “dayanga”, refah yerine “gönenç” derseniz, Tebriz- Erdebil yolunda “modern Türkçe” ile hitab ettiğim bir Azerî Türk köylüsünün bana söylediği gibi“mazeret dilerem, özüm Farsî bilmerem” derler.

Binlerce yıllık Türkçe, kendini beş yüz yıllık İngilizce’ye karşı rahatlıkla savunur. Fakat on- yirmi yıllık bir öztürkçenin hiç bir şansı yoktur.

* * *
Bu tablodaki karanlığı ufukta gördüğüm ışıktan bahsederek dağıtmak istiyorum.Peki durum
vahim mi? Hayır... Tam tersine tahribatın sonuna gelindiğine, hatta zenginleşmenin başladığına inanıyorum. Artık fikir hayatı beş- on kişinin sultasında değildir. Belki yüzlerce yıldır süren Tandoğan sınıfı—evet, en az Osmanlı’dan beri mevcuttur—yok olmaktadır. Şehirleşme ve ekonomik güçlenme yükseldikçe Türk insanı da doğru konuşmaya, doğru yazmaya zorlanacak; bunları yapabilmek için Türk diline hâkim olma mecburiyetini hissedecektir. Bu insanların Türk edebiyatından başka gidecekleri yer yoktur ve Türk edebiyatı, Orkun Kitabelerinden başlar, Yusuf Has Haciblerden, Gazneli Mahmutlardan, Fuzuli ve Bakilerden Yahya Kemallere uzanır. Uydurma kelimler, bu derinliğin içinde kaybolacak mı? Belki bir kısmı... Fakat geriye kalanlar, sonunda, istiridye’nin aslında içine girmiş bir kum tanesini, bir yabancı maddeyi inciye çevirmesi gibi, Türkçe’ye ilâve bir zenginlik getirecektir.

Dilde yenilik olur. Dilde yenilik, daha ince anlamların ifade edilmesiyle; eskide benzeri olmayan eserlerin ve üslupların ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. Ama bunu becerebilmek için eskinin birikimi gerekir. Şu anda edebiyatımızın bütün cephelerinde yazarlarımızın tarihî edebiyatlarını öğrenme gayretinde buluşmalarının arkasında işte bu ihtiyaç vardır.

Türkiye’de bir yılda yayınlanan edebî veya edebiyat dışı kitapların sayısının artış hızına bakın. Dünya ortalamasının pek gerilerinde olmamıza üzülmeyin; bu, önümüzdeki potansiyelin büyüklüğüne işarettir.

Dünya ile artan temas, Türkçe’yi ve Türk edebiyatını da güçlendirecektir. Yıkımın failleri dünyayı iyi bilenler değil, özellikle batıyı üstünkörü görüp “ben artık oldum” zehabına kapılan alaylılardı. Dünyaya yakından bakanlar batılıların dillerinin, edebiyatlarının, doğru yazıp konuşmanın üzerinde nasıl titrediklerini görecektir. Sonra dönüp bizim dilcilerimizden hesap soracaklar: Niye müdahale etmediniz? Niye geç kaldınız?

___________________________________

[1] Daha bir kaç ay önce, Kültür Bakanı, “gelen İranlı turistlere tercümanlık yapacak, bir tane Farsça bilen eleman bulamadık. Halbuki üniversiteleirmizde 13 Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü var.”, diyordu. Bu değerlendirme üzerinde üniversitelerimizin ciddî ciddî düşünmesi gerekir. Sadece Farsça için değil.

[2] Taha Akyol, benzer bir manzarayı, “Medine’den Lozan”a kitabında, medenî kanun için çizer. Avrupa, medenî kanunun değişmesi için baskı yapmaktadır. Fakat içerde oturup bu kanunu yazacak kadrolar eksiktir. (Akyol sadece zaman kısıtından söz ediyor ama zaman kısıtı kadro kısıtının bir sonucudur, aynı zamanda.) Baskının bertaraf edilmesi için İsviçre Medenî Kanunu, ufak değişikliklerle alınır. Yoksa karar mevkiindekiler, kendi kanunumuzu yazmanın tercih edileceğini gayet tabiîdir ki biliyordu.(Taha Akyol, “Medine’den Lozan’a”, Doğan Kitapçılık ,1998)

[3] Geoffrey Lewis, “The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success”, Oxford Linguistics), 2002. Türkçesi, “Trajik Başarı Türk Dil Reformu”, Gelenen Yayınları, 2004. Çeviride “katastrofik ~ felaketli” kelimesi yerine “trajik” tercih edilmiş.

[4] Lewis, zabıtlara girmeyen bu konuşmayı, Nihad Sami Banarlı’nın 14 Mart 1973’te Meydan dergisinde çıkan ve daha sonra Tekin Erer’in “Türkiye’de Dil ve Yazı Hareketleri”ne (İkbal Kitabevi, İstanbul, 1973) ikibas ettiği yazısndan almış.

İskender Öksüz

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Yabancı Kelime Suiistimâli/Peyami Safa





Şişli'den Harbiye'ye kadar sağlı sollu hemen bütün mağazaların isimleri ya Fransızca veya İngilizce kırması yabancı kelimelerdir.Müsbet veya menfî reklam yapmamış olmak için misal vermeyeceğim.Fakat bu mağazaların hepsinde Türk olmak bir küçüklükmüş gibi, yabancı görünmek özentisi göze çarpar.Sahipleri Müslüman, Rum, Ermeni veya Musevidir.Son zamanlarda salgın hâlini alan bir yabantaparlık(ecnebîperestlik) bu mağazaların bulunduğu caddenin bir Türk caddesi olduğuna inandırmayacak kadar çirkin bir istilâ manzarası arzetmektedir.

Avrupa dillerine ait yabancı kelimelerin istilâsı yalnız mağaza isimlerinde değil, ilim ve aydın dilinde ve en kötüsü devlet dilinde göze çarpıyor.

Milletlerin biribirinden kelime almaları bir zarurettir.İngilizce'de binlerce Fransızca kelime olduğu gibi Fransızca ve Almanca'da da yabancı kelimeler pek çoktur.Saf ve katıksız dil olamayacağına göre ihtilât bir dilin tekamül şartlarından biridir.Bir asırdan beri Türkçe'ye yüzlerce kelime girmiştir ve daha da girecektir.

Ancak dilimizin özlüğünü kaybetmesi felâketi, karşılığı bugünkü Türkçe'de bulunan kelimeler kabul edildiği zamana başlar."Takım" mânâsına gele ekip kelimesi bunlardandır."Başkan" yerine şef, "daire başkanı" yerine büro şefi, "bölge", "bölüm", "saha" veya "alan" yerine sektör, "yatırım" yerine envestisman, "sermayelendirmek" veya "para yardımı" yerine finansman ilh... kelimeleri de bunlardandır.Aransa bu yabancı kelimelerin daha uygun Türkçe karşılıkları da bulunabilir.Fakat birçeok münevverlerimizin ve devletin dilinde Avrupalılaşmaya doğru bir yönelme seziiliyor.Sanki "istihsal" derseniz cehalet, "prodüksiyon" derseniz derseniz ilimdir.Çok defa bir Türkçe kelimenin sâdece Grekçe veya Lâtince'sini söylemek onu târif ve izah etmeğe yeter sayılıyor.

Aşırı yabancı kelime düşmanlığı nasıl bir dil taassubu ise, Türkçe karşılığı bulunan veya bulunabilecek olan yabancı kelime hayranlığı da züppeliktir.Zaten bu memleket ne çekmiş ve çekiyorsa softa ve züppe kafası yüzünden çekmiyor mu?

Milliyet, 13 Eylül 1958

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Türkçe: ‘Güzel ve Kolay Bir Dil’


Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta hâlli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinalara bakar­mış.

Günlerden bir gün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan mem­leketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dil­leri birer birer anlatırken: “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en ko­lay öğrendiğim insan dili Türkçe'dir.” dedi.Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş.

“Bu, dedi­ğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum.
“Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir.” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret ol­duğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, âhengi bizim dilimizdeki âhenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi.

Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların el­ması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca'da bıçaktır, çizme, çızma; papuç, papuc; kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran'dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, leven­de, memura, ormana, keçiye; biz de koçan, levent, memur, orman, keçke de­riz. Tabur, Macarca tabur; tepsi, tepsi; tezek, teozek'tir. Onlarda cep, biz­de jip; ata, atıya, ana, anıya; tavuk, tiyok; aslan, aroslan; bağ, baka; çadır, şador; çalı, çalıt; çarık, şarok; çok, şok; küçük, kiçi, kazan, ka­zan; koç, koç; dana, tino; kendir, kender; toklu, toklu; satıcı, satuç; sakal, sa­kal... ve bunlara benzer daha neler neler...”

Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam:-Oğlum, Latince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bi­ze en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir, dedi.

Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini tamamlayıp tam kırk altı se­ne evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisa­nının o zamanki hocası Avrupa doğu bilimcilerinin en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte'ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi ol­dum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi'nin derslerine üç sene devam edip Türkçeden başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca'ya da çalıştım.

Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tu­na suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye'den henüz gelmiş bir şekercinin dük­kânında çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan, zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar lezzet alıyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum Oh! şimdiye kadar hiç görmedi­ğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.

Bir gün muallim efendiye:-Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim:

— Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben:

— Ya, Ahmet Vefik Paşa'nın “Atalar Sözü” denen mecmuası, ya Nas­rettin Hoca'nın bütün dünyada meşhur ve bütün Batı dillerine çevrilen fıkra­ları halk edebiyatı sayılmaz mı, diye sordum.

— İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır; başkasını bilmiyorum, cevabını verdi.

— Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Düşüncelere dalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vâhı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi, kokusu yok mu? Bülbüllerinin figânı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi, dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam. Üstat, birkaç dakikacık düşünüp taşındıktan, yüzüme sevine sevine baktıktan sonra:

-Belki hakkın var, belki de benim duyduklarım yanlış! En iyisi Türk memleketine git, Türk edebiyatını ara. Allah yardımcın olsun, dedi.[1]


Ignacs Kunos

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Macar Türkolog Ignacs Kunos (1862-1945), hayatını Türkçeyi ve Türk edebiyatını incelemekle geçirmiştir. Türkçe: “Güzel ve Kolay Bir Dil” başlığını verdiğimiz bu yazı Kunos’un Türkiye’de verdiği konferanslardan oluşan Türk Halk Edebiyatı isimli eserden alınmıştır; bknz: Seyit Kemal Karaalioğlu, Yazmak ve Konuşmak Sanatı, İst. 1978, ss. 15-16, Türk Halk Edebiyatı, Ignacs Kunos, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Akçağ Yayınları, Ank., 2001, ss.15-20.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Nejat Muallimoğlu,Bülbül Sesli Bir Dilden Moğol Tokmaklarına mı?

Türkün millî hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1950'lerde Pendik Lisesi'nin bir müsameresindeki konuşmasında, dil meselesine de temas ederek dedi ki:

"Bir seyahatte idim, vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerimizden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken gözucu ile âdeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı, ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim," dedi. "Kusurumu hoş görünüz; konuşmanızı yol boyunca takip ettim, anlamadığım halde zevkle dinledim. Diliniz, belli-başlı Doğu ve Batı dillerinden pek farklı. Mazur görünüz ve beni tatmin ediniz. Nece konuşuyorsunuz?"

"Biz Türk'üz ve konuştuğumuz lisân da Türkçe'dir," dedim.

Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman, ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musıkili diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın gaşyoldum [kendimden geçtim]. Aman, bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk, hiçbir Batı dilinde yoktur."

Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de Yaşayan Türkçemiz`de çıkan bir makalesinde (l.c. 264.S. 1981) , bir zamanlar Hamburg Üniversitesi'nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de, "Türk dili" derslerine katıldığını görerek "hayret'e düştüğünü yazar:

"Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum. Dakikalarının bile boş geçmediğini bildiğim bu Alman ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe'de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığını söylemek zorunda kaldım.Maksadımı anlayan Alman profesörünün bana verdiği cevap çok dikkate değer: "Ben, Türk dili kadar ahenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük bir zevk duyuyorum."."

Türkçe’yi Anadolu Türkçesi Güzelleştirdi

Türkçe, iyi konuşanların dilinde, dünyanın en musıkîli, en ahenkli dillerinden biridir. Dilimiz, bu güzelliğini, tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle ahenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçe'si, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçeleşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten zengin seslere giden bir seda hürriyeti Türkçe'de, gerçek bir ses musikisi gelişmesidir.

Eski Türk dillerinde uzun hece yoktu. Nihat Sami Banarlı'nın yazdığı gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların, yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara ahenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bugün dilimizdeki gel! git! in! koş! vur! kaç! dur! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı.Refik Halit Karay da şunları söyler:

"Türkçe, Asya'da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi'nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ne ettiler, bir "kakofoni "den bir "melodi" çıkardılar."

Buyurun, eski Asya Türkçe'sindeki' bazı kelimeler: adhak, batrak, bed-hük, bıdhık, budgay, eçkü, emgek, kadhgu, kapga, karağgu, kayguk, kıragu, kızamuk, konkül, koşnı, konglek, kudhug, orgak, sarıçga, tamgak, targak, tegir, tenğiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.

Ziya Gökalp, "G"li sesler istemeyiz diyordu. Haklıydı. Şimdi de bu kelimelerin, Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl mûnisleşerek ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamuk, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, damak, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak.Asya Türkçesi gördüğünüz gibi, "Moğol tokmakları" ile dolu bir dildi. Yine Kaşgarlı zamanındaki Türk dillerinde, günümüzde artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu bir yığın kelime daha vardı. Bazıları: kıdhıglık (kenarlı külah), bukagu (hırsızların ellerine vurulan kelepçe), buturgak (pıtrak, fıstık biçiminde çengelli bir diken), çançarga (serçe kuşu), çıçalak (serçe parmağı), çıçamak (yüzük parmağı), çifşeng (ekşi, ekşimiş), kakkuk (kurutulmuş et veya meyva), kakurgan (yağ ile yoğrulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur), tabuzguk (bilmece), tuturkan (pirinç), yagak (ceviz).

Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkı bu "Moğol tokmakları"nı öğüttü, ehlileştirdi, kulağı okşayan munis ve musıkili sesler hâline getirdi. Maamafih, bu fonetik çarkın tesirini göstermesi zaman aldı. Meselâ, dilimizdeki iyi kelimesi edhgü-edgü-eyyü-eyü" safhalarından sonra "iyi" oldu. Dede Korkut Hikâyelerinde (8-13'ncü asır) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla, "Han Tur Ali"yi Kanturalı yaptı. Yine ondördüncü yüzyıla doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey'in adını Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak "Turalı" diye seslendirdiler.

Fatih Sultan Mehmed'in ordusu istanbul'u fethettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adını verdiler. Eski Türk telâffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini Cibali ahengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türkler'inin dilinde, artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihad Sami Banarlı'nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın,yeni bir coğrafyanın terennümü idi." Türkiye Türkçe'si, o Türkçe'nin en büyük temsilcisi Yunus Emre'nin dilinde zirveye ulaştı:

Ben Yûnus-u bîçareyim / Dost ilinden avareyim

Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi

Türkçe, dünyanın en bol sesli dillerinden biridir. Ağacın yapraklarıyle güzel olduğu gibi, dilimizi—uzun hecelere imkân vererek—güzelleştiren başlıca özelliği sekiz tane ünlü ses bulunuşudur ki, meselâ İngilizce'de bu kadar ünlü yoktur.

Bu ünlülerin dilimizi nasıl güzelleştirdiğini, çocuklarımıza verdiğimiz isimler bilhassa gösteriyor.
Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve kulağı okşayan sesler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla çocuklarına nasıl adlar veriyorlar:

Aygül, Aynur, Aysel, Ayten, Ercan, Erdal, Gülâli, Gülay, Gülnur, Güvenay, Meral, Özcan, Seda, Sevay, Suna, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalına veya kalından inceye geçen seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş-çıkış yapar mıydı?

Türkçe’nin, Türkiye'de işlemeye başlayan fonetik çarkı, kendinden olmayan kelimeleri de almış, zaman zaman akla hayale gelmeyecek işlemlerden geçirerek, tanınmayacak bir şekilde değiştirmiş, kendine mal etmiştir. Cameşüy, guuşe, şüban, Çeharşenbih, Pençsenbih İranlı`nın, "çamaşır", "köşe", "çoban", "Çarşamba" ve "Perşembe" Türkündür. Türk, Farsça`da "çiçek" manasında kullanılan gul’u muayyen bir çiçeğe izafe etmiş ve "gül" sesi ile güzelleştirmiştir. Yine, şeft-alü İranlının, "şeftali" Türkün, zedr-alü onların, "zerdâli" bizimdir. Evet, ateş Türkçe değil, Farsçadır. Ama İranlının "ateş"inde, Yusuf Ziya Ortaç'ın dediği gibi, Türk'ün "ateş"inde olmayan bir met, bir çekiş vardır. Türk’ün dilindeki "ateş"e İranlı "a’teş" der.

Dilimizdeki Arapça asıllı kelimelerin de Türkçeleştirilmesinde aynı işlemin tesirini görüyoruz: manalara, neva, sahih, na'na, sahlap, Arabın, minâre, hava, sahi, nane ve salep Türkündür.
Türk, zapt ettiği şehir ve kasaba adları ile o ülkelerin dillerinden alıp kendine mal ettiği kelimeleri de Türkçeleştirmiştir. Böylece, Yunanca'daki Anatolus, Türkçede "Anadolu", Adriyanapolis, "Edirne", Aya-Nikola "İnegöl", Selanikos "Selanik" oldu. Gerçek`den "kulbe" şeklinde Farsça`ya geçen kelime, Türkiye`de "kulübe" oldu. Yunan'ın kestanon'u, Türk'ün "kestane"si oldu.
Doğru, "düş" Türkçe. Ama Türk onu bin yıl önce terk etti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.

Katlettiğimiz Güzel Türkçe

Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebiyi hayran bırakan "bülbül sesli" Türkçe, dil zevkinden mahrum insanların ağızlarında "karga sesli" bir dil haline gelmek üzere. Bir dili en iyi konuşanların basında, ülkenin tiyatro sanatkârlarının gelmesi icap eder. Ama her meslekteki her sınıf halkımızın konuştukları Türkçe gibi, sahne Türkçesi de yozlaşmaya başladı.

Gerçekte bu yozlaşma yıllarca önce başladı. Uzun yıllar Muhsin Ertuğrul'un yanında çalışan sahne sanatkârı Yusuf Ayhan, Tercüman gazetesinde "Türkçecilik Türkçe`yi iyi konuşmaktır" başlıklı yazısında (17 Mayıs 1980) "Üç Saat" operetinin provaları sırasında, o günlerdeki Türk tiyatrosunun her şeyi Muhsin Ertuğrul'un "tiyatro ölüyor" diye sızlandığım yazdı. Muhsin Ertuğrul'u bilhassa kızdıran şey, sanatkârların, Türkçeyi yanlış telâffuz etmeleri imiş.
Yusuf Ayhan, bu yazısında Muhsin Ertuğrul`un, yılların tanınmış kadın sanatkârı Bedia Muvahhid'e "sertçe" bağırdığım yazar:

"Bedia, kelimeleri ağzında pestil gibi ezme. Ne konuşuyorsun? Ne söylüyorsun? Rumca mı, Türkçe mi konuşuyorsun? Ne söylediğini evvela ben anlamalıyım."

Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul’un biraz sinirlendiğim ve "pek sevdiği arkadaşlarım bile haşlamışken, ihtârı biraz daha ileri" götürdüğünü, Türkçe’yi yanlış ve bozuk kullanmamak gerektiğim, "adeta bir karargâh kumandanı emri gibi" tekrarladığımı da ilave ediyor:

"Dil meselesi, bizim meselemiz değildir; amma bizim vazifemiz, Türkçe’yi kusursuz ve güzel konuşarak korumaktır.” "Bi" değil "bir", "yapacız" değil "yapacağız", "beycim" değil "beyciğim" (benim ilavem: "abi" değil "ağabey") diye konuşacağız. "Sora" diye bir şey yok, "sonra" vardır. Fonemleri ağızımızda gevelemeyeceğiz."

Önceki tiyatro sanatkârı Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul'un "fonem" dediği şeyin "ses parçaları" olduğunu belirttikten sonra, "iyice kükrediği"ni söyler:

"Kaşdı" "değil "kaçtı" deyiniz. Güzel Türkçe’yi siz daha güzel konuşmaya mecbursunuz. Unutmayınız, dilci değil, Türkçeci değil, ama hepsinin üstünde tiyatrocusunuz."

Tiyatrocuların dillerinin nasıl bozulduğunu Türkçemiz (1958) adlı kitabı ile Türkçe’yi kurtarmak için çırpınanların arasında yer alan Nüvit Özdoğru, Cumhuriyet`teki bir yazısında (23 Eylül 1971) meslekdaşları (yani tiyatrocular) arasında Türkçe'yi bozuk konuşanların bir hayli olduğunu şöyle anlattı:

"Geçen yıl, elli beş tiyatro oyuncusu arasında yaptığım bir ankette, hatırası yerine "hatırâsı", hülâsası yerine "hülâsâsı", asası yerine "âsâsı", gazabı yerine "gazâbı", zarif yerine "zârif, lisan yerine "lîsân", maiyet yerine "mâiyet", mantıkî yerine "mantıkî", kavî yerine "kaavi", herkes yerine "herkez" diyenler çoğunluktaydı.
Yanlışlar elbet Arapça, Farsça asıllı kelimelerle bitmiyordu. Aynı ankette, hayır yerine "hayır", yarın yerine "yârın", yanlış yerine "yalnış", umûdu yerine "umudu" "kat`î" anlamında kesin yerine "kesîn" diyen" yüzde otuz ile yüzde elli arasındaydı.
Fransızca “ün” anlamına gelen prestij ile Farsça "tapınma" anlamına gelen perestij kelimesini birbirine karıştıran yaşlı başlı oyuncular görüyoruz. Çok sayıda tiyatro oyuncusunun nüfus ile nüfuz’u, delâlet ile dalâlet’i, seri ile serîyi karıştırdığına, parlamento, panorama, koleksiyon, karakter, üniversite, mekanizma, pitoresk, akıbet, ahize, kelime, râkip, târikat, mâkam, âleni, şevkat, tavsiye, mahsur, seyyahat, yanlız dediklerine şahit oluyoruz.”


Yusuf Ayhan, Jonüa bahsettiğimiz yazısında, "Muhsin Ertuğrul tiyatroda Türkçe’yi güzel konuşmaya mecbur eden böyle bir otorite vardı” diyor. “Biz buna TRT ekran ve mikrofonlarında daha da titiz bir anlayışla dikkat etmeliyiz. Amma, nerede o kaygı, nerede o ruh, nerede o otorite?”

Önceki yılların sahne sanatkârı şöyle devam ediyor:

“Üst üste üç dört gece kulaklarıma dolan kelimelerin şu çirkinliğine bakınız: vicdan yerine “vicdan”, içtu yerine “uştu”" deyip geçiyorlar. Cereyan da "ceryan" olmuş.Hele şu son su baskını ve toprak kayması gecelerinin birinde, mikrofonun başındaki adam heyelan'a "heylan" deyince kafamın tası attı."

Ben, son iki yıl içinde on dört-on beş yerde Türkçe üzerinde konuştum, hitabet dersleri de verdim. Üniversite mezunu, bir holdingle iyi bir mevki sahibi olan ve yabancı bir dil bilen otuz-otuz beş yaşlarındaki kimselerin Türkçeleri beni hayrete boğdu. Onlar da Nüvit Özdoğru'nun tiyatrocuları gibi, yarın, hayır, makam, avize kelimelerinin nasıl telaffuz edileceklerini bilmiyorlardı. Suç, tabiî onlarda değil. Gerçi Türkçelerini geliştirmek yolunda hiçbir şey yapmamaları oldukça bir kusur sayılırsa da her gün işittikleri ve okudukları Türkçe karşısında başka türlü konuşmaları da güç. Hastahane'nin "hastane", postahane'nin "postane", kütüphane'nin "kütüpane", eczahane'nin "eczane", Molla Gürani Sokağı'nın "Molla Gürani Sokak" haline getirildiği bir ülkede güzel Türkçe de neymiş?

Bunlara bir de dillerindeki kelime sayısının iki yüz elliyi geçmeyen güya okumuşların sık sık tekrarladıkları "yadsımak", "saptamak", "kargımak", "anımsamak", "aygıt", "olanak" gibi Moğol tokmaklarım da eklerseniz, Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebinin hayranlık duyduğu güzel Türkçe’nin fatihasının henüz okunmasa bile, okunmak üzere bulunduğunu söylemek aşırı karamsarlık mı olur? (Merak ediyorum: Molla Gürani Sokağı "Molla Gürani Sokak" oluyor da Atatürk Caddesi niye "Atatürk Cadde" olmuyor?)Evet, Türkçe’nin istikbalini karanlık görüyorum. Ama yine de dilimizin bir gün aydınlığa kavuşacağı ümidimi de yitirmiş değilim. Dante, İlahî Komedi'sinde, cehenneme girmek üzere olanlara şunları söyler: "Lasciate ogni speranza, voi ch’entrata- Buraya girenler, ümitlerinizi terkediniz."

Eğer bizler, gerçek ve güzel Türkçe’yi sevenler, kendimizi el birliği ve dil birliği ile dilimizi kurtarmaya adarsak, dünyanın en güzel ve en bol sesli dillerinden biri olan Türkçe, cehennemin kapısından geçmeyecektir. Ben, bütün karamsarlığıma rağmen, buna inanıyorum. Doğru, yıllar yılı Türkçe üzerinde oynana gelen oyunlar neticesi, zaman zaman aşılması güç engellerle karşılaşabilirsiniz. Ama güzel ve zengin Türkçe yoluna çıkmaya bir defa karar verirseniz, emin olun, bütün engellerin hakkından geleceksiniz. Yeter ki, o kararı verin. Bir Çin ata sözünün dediği gibi: "En uzun yolculuk, bir adımla başlar."

Ve nihayet, zihnî faaliyet’in sizi daha sıhhâtli bir insan yapacağım da aklınızdan çıkarmayın. Amerika’daki dünyaca meşhur Mayo Kliniği Müdürü Dr. William Menninger'e zihnî sıhhatin nasıl elde edileceği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hayatta kendinize bir görev seçin ve onun üzerinde ciddiyetle durun."

Sizin görevinizin de Türkçe’yi daha iyi konuşmak ve yazmak olmaması için bir sebep mi var?