12 Temmuz 2008 Cumartesi

Türkçe: ‘Güzel ve Kolay Bir Dil’


Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta hâlli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinalara bakar­mış.

Günlerden bir gün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan mem­leketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dil­leri birer birer anlatırken: “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en ko­lay öğrendiğim insan dili Türkçe'dir.” dedi.Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş.

“Bu, dedi­ğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum.
“Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir.” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret ol­duğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, âhengi bizim dilimizdeki âhenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi.

Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların el­ması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca'da bıçaktır, çizme, çızma; papuç, papuc; kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran'dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, leven­de, memura, ormana, keçiye; biz de koçan, levent, memur, orman, keçke de­riz. Tabur, Macarca tabur; tepsi, tepsi; tezek, teozek'tir. Onlarda cep, biz­de jip; ata, atıya, ana, anıya; tavuk, tiyok; aslan, aroslan; bağ, baka; çadır, şador; çalı, çalıt; çarık, şarok; çok, şok; küçük, kiçi, kazan, ka­zan; koç, koç; dana, tino; kendir, kender; toklu, toklu; satıcı, satuç; sakal, sa­kal... ve bunlara benzer daha neler neler...”

Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam:-Oğlum, Latince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bi­ze en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir, dedi.

Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini tamamlayıp tam kırk altı se­ne evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisa­nının o zamanki hocası Avrupa doğu bilimcilerinin en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte'ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi ol­dum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi'nin derslerine üç sene devam edip Türkçeden başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca'ya da çalıştım.

Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tu­na suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye'den henüz gelmiş bir şekercinin dük­kânında çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan, zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar lezzet alıyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum Oh! şimdiye kadar hiç görmedi­ğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.

Bir gün muallim efendiye:-Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim:

— Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben:

— Ya, Ahmet Vefik Paşa'nın “Atalar Sözü” denen mecmuası, ya Nas­rettin Hoca'nın bütün dünyada meşhur ve bütün Batı dillerine çevrilen fıkra­ları halk edebiyatı sayılmaz mı, diye sordum.

— İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır; başkasını bilmiyorum, cevabını verdi.

— Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Düşüncelere dalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vâhı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi, kokusu yok mu? Bülbüllerinin figânı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi, dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam. Üstat, birkaç dakikacık düşünüp taşındıktan, yüzüme sevine sevine baktıktan sonra:

-Belki hakkın var, belki de benim duyduklarım yanlış! En iyisi Türk memleketine git, Türk edebiyatını ara. Allah yardımcın olsun, dedi.[1]


Ignacs Kunos

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Macar Türkolog Ignacs Kunos (1862-1945), hayatını Türkçeyi ve Türk edebiyatını incelemekle geçirmiştir. Türkçe: “Güzel ve Kolay Bir Dil” başlığını verdiğimiz bu yazı Kunos’un Türkiye’de verdiği konferanslardan oluşan Türk Halk Edebiyatı isimli eserden alınmıştır; bknz: Seyit Kemal Karaalioğlu, Yazmak ve Konuşmak Sanatı, İst. 1978, ss. 15-16, Türk Halk Edebiyatı, Ignacs Kunos, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Akçağ Yayınları, Ank., 2001, ss.15-20.

Hiç yorum yok: