Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta hâlli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinalara bakarmış.
Günlerden bir gün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan memleketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dilleri birer birer anlatırken: “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en kolay öğrendiğim insan dili Türkçe'dir.” dedi.Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş.
“Bu, dediğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum.
“Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir.” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret olduğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, âhengi bizim dilimizdeki âhenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi.
Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların elması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca'da bıçaktır, çizme, çızma; papuç, papuc; kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran'dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, levende, memura, ormana, keçiye; biz de koçan, levent, memur, orman, keçke deriz. Tabur, Macarca tabur; tepsi, tepsi; tezek, teozek'tir. Onlarda cep, bizde jip; ata, atıya, ana, anıya; tavuk, tiyok; aslan, aroslan; bağ, baka; çadır, şador; çalı, çalıt; çarık, şarok; çok, şok; küçük, kiçi, kazan, kazan; koç, koç; dana, tino; kendir, kender; toklu, toklu; satıcı, satuç; sakal, sakal... ve bunlara benzer daha neler neler...”
Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam:-Oğlum, Latince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bize en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir, dedi.
Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini tamamlayıp tam kırk altı sene evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisanının o zamanki hocası Avrupa doğu bilimcilerinin en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte'ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi oldum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi'nin derslerine üç sene devam edip Türkçeden başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca'ya da çalıştım.
Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tuna suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye'den henüz gelmiş bir şekercinin dükkânında çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan, zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar lezzet alıyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum Oh! şimdiye kadar hiç görmediğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.
Bir gün muallim efendiye:-Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim:
— Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben:
— Ya, Ahmet Vefik Paşa'nın “Atalar Sözü” denen mecmuası, ya Nasrettin Hoca'nın bütün dünyada meşhur ve bütün Batı dillerine çevrilen fıkraları halk edebiyatı sayılmaz mı, diye sordum.
— İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır; başkasını bilmiyorum, cevabını verdi.
— Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Düşüncelere dalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vâhı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi, kokusu yok mu? Bülbüllerinin figânı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi, dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam. Üstat, birkaç dakikacık düşünüp taşındıktan, yüzüme sevine sevine baktıktan sonra:
-Belki hakkın var, belki de benim duyduklarım yanlış! En iyisi Türk memleketine git, Türk edebiyatını ara. Allah yardımcın olsun, dedi.[1]
Ignacs Kunos
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Macar Türkolog Ignacs Kunos (1862-1945), hayatını Türkçeyi ve Türk edebiyatını incelemekle geçirmiştir. Türkçe: “Güzel ve Kolay Bir Dil” başlığını verdiğimiz bu yazı Kunos’un Türkiye’de verdiği konferanslardan oluşan Türk Halk Edebiyatı isimli eserden alınmıştır; bknz: Seyit Kemal Karaalioğlu, Yazmak ve Konuşmak Sanatı, İst. 1978, ss. 15-16, Türk Halk Edebiyatı, Ignacs Kunos, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Akçağ Yayınları, Ank., 2001, ss.15-20.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder