
31 Temmuz 2008 Perşembe
Türkçe'yi Öğreten Şarkılar

Yeni Kelimelerin İmtihanı

Türk Dil Kurumunun 18 yıllık çalışmalarındaki başarı derecesini Türkçe’ye kazandırdığı yeni kelimelerin sayısıyla ölçmek yanlış olmaz. Fakat bu sayıyı bilmiyoruz. Bütün yeni kelimelerin Türkçe’de yaşamağa namzet olmadıkları düşünülürse, bu miktarın şimdiden tâyini de imkânsızdır.
Yeni kelimeler üç gruba ayrılabilir:
1. Sevildikleri, tutuldukları ve yaşayacakları muhakkak olanlar.
2. Şüpheli olanlar.
3. Yaşamayacakları muhakkak olanlar.
Birinci grup kelimelere birkaç misal: “Durum”, “inceleme”, “oturum”, “uçak”, “taşıt”, “gezi”... Bu kelimeler ve benzerleri bence yaşayacaklarında şüphe olmayanlardır. Çünkü Türkçe’nin dil yapısına, gramerine, fonetiğine ve hakim lehçe (İstanbul) şivesine uygunluk vasıflarına sahiptirler. Köklerinin mânasını da herkes bilir.
İkinci grup kelimelere birkaç misal: “Tüzük”, “devrim”, “tartışma”, “ülkü”, “örgüt”...
Bu kelimelerin yaşayacakları bence şüphelidir. Çünkü dil yapıları düzgün ve şiveye uygun olmakla beraber, köklerinin mânâlarıyla bugün kendilerine izafe etmek istediğimiz mânalar arasında farklar vardır. Bunlardan ‘tüzük” kelimesinin hangi kökten türediğini bilen de pek az.
Üçüncü grup kelimelere birkaç misal: “Kıvanç”, “ivedilik”, “işyar” ‘üsdeyi”...
Bu kelimelerin bence yaşamayacakları muhakkaktır; Zira kök bakımından manaları tam bir karanlık içinde olduktan başka, şekil bakımından da Çoğunun en yabancı kelimeden daha fazla zevki hırpaladığı meydandadır.
Yeni bir kelimenin yaşamağa ehliyetini anlamak için onu üç imtihandan geçirmek zorundayız: Mana, kaide, şive.
Bu üç imtihandan birini kazanamayan kelimenin yarınından şüphe edebiliriz. Üçünü de kazanamayan kelimeye hayat hakkı yoktur.
Peyami Safa Ulus, 10 Şubat 1951
Maymuncuk Kelimeler

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Türk Dil Kurumu çatısı altında toplanan ve ırkçılığı “ilericilik” diye yutturarak Arapça ve Farsça menşeli bütün kelimeleri kapı dışarı eden batıcı ve daha sonra onlara katılan solcu aydınlar, Türkçe’yi maalesef fakir, derinliksiz, âhenksiz ve ifade imkânları son derece sınırlı bir dil hâline getirmişlerdir. Atılan her kelime, beraberinde üç beş kelimeyi, deyimi ve atasözünü de götürmüştür.
Aynı anlam grubuna dahil birkaç kelime yerine tek kelime ikame edildiği için nüansları ifade etmek imkânsızlaşmış, bu yüzden uydurma kelimeler maymuncuk gibi, olur olmaz yerlerde ve kulakları tırmalayacak ölçüde çok kullanılmaya haşlanmıştır.“Mesele”ye karşılık olarak uydurulan “sorun” bu maymuncuk kelimelerin en rahatsız edicilerinden biridir. Mesele, dert, sıkıntı, hatta zaman zaman buhran yerine kullanılan “sorun”, onca Türkçe kelimenin canına okurken “problem” e güç yetirememiştir. Esasen aydınların “sorun” u daha çok Arapça ve Farsça menşeli kelimelerledir.
Fransızca ve İngilizce menşeli kelimelerle hiç bir zaman ciddi bir biçimde mücadele etmemiş, “no problem” in “sorun değil” şeklinde katip halinde tercüme edilip yaygınlaşmasına bile seslerini çıkarmamışlardır.
“Neden” de, Türkçe’nin canına okuyan kelimelerden biri. Artık mesela “Uçaklar sis yüzünden kalkamadı” diye yazan bir gazeteci bulamazsınız; “sis nedeniyle” derseniz çağdaşlığınız ve ilericiliğiniz “kanıt” lanmış olur. “Filancanın doğumunun beşinci yıldönümü münasebetiyle” derseniz çok ayıp; “.. yıldönümü nedeniyle” demelisiniz, “Bu vesileyle”, “bundan ötürü” “bundan dolayı” yerine hep “bu nedenle”... Yani, sebep, vesile, âmil, yüzünden, ötürü, dolayısıyla, münasebetiyle, vesilesiyle... Hepsi sizlere ömür!
“Ömür” de tu kaka kelimelerden biri, çünkü aslı Arapça “ömr”. Onun yerine “yaşam” ı kullanacaksınız. Uydurma kelimelerin en münasebetsizlerinden biri. Bu yüzden, “hayata geçirmek” gibi güzel bir deyimi, “hayat” ın yerine “yaşam” ı koyarak kullanmak mümkün değildir. “Yaşam” kelimesiyle sevdiğiniz birine “hayatım” diyebilir misiniz? Tabii bu arada “hayat memat meselesi”, “ömrüne bereket” gibi deyimler de sırra kadem basmaktadır. Ya “Sizlere ömür!” yerine ne diyeceğiz? “Sizlere yaşam” mı?
Öztürkçeçilerin Türkçe sandıkları Farsça menşeli “amaç” da dilimizden “gaye”, “maksat”, “hedef” ve “kasıt” ı koymuştur. “Gayem, Türk toplumunun kalkınmasına yardımcı olmak” mı diyecek, “amacım” diyor. “Bu maksatla” mı diyecek, “bu amaçla” diyor. “Hedefiniz” yahut “kasdınız nedir?” mi diyecek, “Amacınız nedir?” diyor.
Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakılırsa, “beğeni” kelimesi “zevk” e “öneri” de “teklif” e karşılık olarak uydurulmuş. Ama gazetelerde sık sık şöyle cümlelerle karşılaşıyoruz: “Filancanın sergisi beğeni kazandı.” Adam serginin “takdir” topladığını söylemek istiyor. Yani, “beğeni” çoktan “takdir” in tahtına oturmuş. Bu arada, Öztürkçe kullanma heveslisi hanımlar ve beyler “beğeni topladı” veya “beğeni kazandı” derken büyük bir Türkçe hatası işlediklerinin farkına hile varmıyorlar. Eğer Türkçe olması isteniyorsa, “Filancanın sergisi beğenildi” denilmelidir. Tıpkı ümit ve umut gibi. Ümit edilir, ama umut edilmez, umulur!
“Öneri” ye gelince; çevrenize şöyle bir kulak verin; sadece “teklif” değil, “tavsiye”, hatta Zaman zaman “teşvik” yerine kullanılan bir maymuncuk kelime haline geldiğini göreceksiniz. Tabii özbeöz Türkçe olan “sağlık verme” de bu arada gürültüye gitmiştir. “Teklifsiz tekellüfsüz” gibi deyimleri de hesaba katarsanız, Türkçe’yi özleştirmek ve zenginleştirmek iddiasıyla yola çıkanların sebep oldukları felaketin büyüklüğü hakkında daha açık bir fikir edinmiş olursunuz.
Bir de “olay” var ki, evlere şenlik! Vak’a, hadise, vakıa gibi kelime ve kavramları Türkçe’nin dışına süren bu tuhaf kelime, maymuncukların maymuncuğudur. Özellikle aydıncıklar, her şeyi “olay” laştırmakta büyük haşarı göstermektedirler: “Bu sinema olayı önemli bir olaydır. Ben sinema olayını öncelikle yönetmen olayı olarak görüyorum, star olayı bitti abi!”
Maymuncuk gibi kullanılan uyduruk kelimeler saymakla bitmez. Kesif, çok, fazla, ardı arkası gelmez, hızlı gibi kelime ve kelime grupları yerine kullanılan “yoğun”; kat’i, muhakkak, mutlaka ve elbette’yi tepeleyen “kesin”, mahluk ve ucube’nin çanına ot tıkayan “yaratık”; merhale, safha, kademe, derece ve devre’yi devre dışı bırakan” “aşama”... Hangi birini sayalım?
Türkçe’nin yazısı gerçekten kara!
Beşir Ayvazoğlu Türkiye, 20 Aralık 1993
19 Temmuz 2008 Cumartesi
Türkçe'nin Sırları'ndan (*)

Şu fânî dünyâ saadetleri içinde hiçbir şey, âzîz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.
Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek..
Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek...
Dilin, böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...
Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına herşeyden çok Türkçeyi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifâde ve mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazîfenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninni'ler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe'dir.
Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe'nin bütün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ülkü ile yapmaktadır.
Çünkü diller, milletlerin en azîz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücüne ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.
Çünkü yeryüzünde diller kadar millet ferdlerini birbirlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte azîz yardımcı olan başka kuvvet mevcud değildir.
Bir târih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gaazî veya şehîd olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, savaşçılara duyurabildikleri hitabet dili'nin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.
Bizim târihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selîm ve daha nice cihangirler, bu târihî zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyiş'lerindeki inandırıcı lisâna borçludurlar.
Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkârının da bu başarısı, söze mû-sıkî'nin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şâiri Bâkî'nin: "Âvâzeyî bu âleme Dâvûd gibi sal / Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş." mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır.
Çünkü, tekrar edelim ki: Dillerin bir mûsikî kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır. Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat târihinin daha ilk anlarından başlayarak; söz'ü ses'le birleştirmeğe çalışmıştır.
Bunun en açık delili, söz'ün en güzel sesli ifâdesi olan şiir sanatı'nın, başlangıçta mûsikî sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hattâ çağlarca, mûsikî âletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir. (...)
Türkçe budur ve bundan sonra da böyle olacaktır.
Burada, son bir hâtıra olarak, Türk Dili'nin daha eski bir âşıkına döneceğim: Bu Türk Dili âşıkı, Divânü Lûgaati't-Türk yazarı, Kâşgarlı Mahmud'dur. Kâşgarlı Mahmud, bundan dokuz asır evvel, hem de Bağdad'da, Türk Dili için şunları söylüyordu: Türk dilini öğreniniz! Çünkü Türklerin uzun sürecek saltanatları olacaktır!
Onun dediği oldu.
Çünkü bu söz, bugün için de doğrudur ve şöyle bir değişiklikle, bugün de söylenebilir:
Türk dilini seviniz! Çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük geleceği olacak ve bu gelecek, o geçmişe dayanacaktır.
(*)Bu Metin, Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçe'nin Sırları adlı kitabındaki 'Bir Dil Konferansı' başlıklı yazısından kısaltılarak alınmıştır.
16 Temmuz 2008 Çarşamba
Dil ve ortak yüksek kültür
Dil kültürün bir âleti değildir. Dil, kültürdür.
19 Asrın sonu - 20. asrın başı, Türkiye’de millileşme, milliyetçileşme devridir. Cumhuriyet döneminde devlet ve hükümeet başkanlarını milliyetçiliklerine göre sıraya koyarsak, Mustafa Kemal Atatürk tartışmasız doruğa yerleşir. Birikim açısından da, uygulama açısından da... Bu, milliyetçilerin lehine yazılacak bir puan. Fakat Atatürk’ten sonraki yokuş aşağı yolculuk da acıdır.
Bugünlerde, devletin zirvesinde milletin ve devletin adının bile tartışılabildiğini görüyoruz. Burada biraz batıya bakmakta yarar var: Siz hiç “Fransız” yerine “Fransalı”, “İngiliz” yerine “İngiltereli”, “Alman” yerine “Almanyalı” denmesinin teklif edildiğini duydunuz mu?
Etnisite ile milleti, millet ile ümmeti birbirinden ayıramayanlara kalsa, okullarımızda asılması mecburi olan “Ey Türk gençliği!” başlangıçlı hitabenin “Ey Türkiye gençliği!” haline çevrilmesi yakındır. Belki de hitabenin tamamı uygunsuzdur ve toptan kaldırılması daha makuldur.
Millete mensubiyet şuurunu nesillere verecek olan şey, Gellner’in “ortak yüksek kültür”ü; bizim için Türk kültürüdür. Bu yapının içinde de dil, baştadır: İnce anlam farklarını ifade edebilen, dünyadaki diğer zengin dillerle bu bakımdan rekabet edebilen bir dil. Hemen ikinci sırada, bu dille nesilden nesile aktarılan tarih macerası, milleti millet yapan unsurdur. Zaferlerimizle, başarılarımızla gururlanacağımız; fakat daha da önemlisi, mağlubiyet ve felâketlerimizi âdeta yeniden yaşayıp tâ içimizde hissedeceğimiz bir miras... “Biz”i teşekkül ettirecek, mensubiyet şuurunu doğuracak; yatay (coğrafya boyutunda) ve düşey (zaman boyutunda) birikimi sağlayacak mekanizmalar bunlardır.
Cumhuriyet rejimi tam tamına bu anlayışla ve Türk milliyetçiliği temelleri üzerine kurulduğuna göre, yukarıda tenkit ettiğimiz aksaklıklar nerden kaynaklanmaktadır? Tarihte ilk kez devlet kuracak gruplarda görülen, veya parçalanma yoluna girmiş, sınırlarını kolonizatörlerin çizdiği yapay eski sömürge devletlerinde makul karşılanacak münakaşaları biz niçin yaşıyoruz? Bunca yıl batılılaştıktan sonra niçin batının millî devletlerindeki öz güven bizde yok?
Millî eğitimi eleştirebiliriz... Gerçekten de millî eğitimimiz tenkidi hak ediyor. Eğitim sistemimizin neredeyse sekiz yıl yabancı dil öğretip, öğrencileri, “bu bir tren midir?”, “hayır kalemdir”in ötesine geçiremediğini hepimiz biliyoruz. Aynı eğitimin ne kadar Türkçe öğrettiğini aynı açıklıkta göremiyoruz. Çünkü çocuklar eğitim sistemine girdiklerinde zaten bir miktar Türkçe konuşmaktadır. Şu kadar yılın, ailede ve televizyondan öğrenilen Türkçeye ne ilave ettiği, bir şey ilave edip etmediği ciddiyetle sorgulanmalıdır. Cevap hiç de iç açıcı olmayacaktır. Burada yine Gellner’in millet teşekkülü mekanizmasını hatırlatmakta fayda var: “...bir anlaşma biçiminin (“idiom”) örgütlü okullar aracılığıyla ve akademik denetim altında geniş şekilde yayılması”.
Üniversite hocaları, ilk ve orta eğitimi bol bol eleştirirler. Fakat eleştirilen, öğretemediği ve eğitemediği söylenen bu teşkilâtın öğretmenlerini de üniversiteler yetiştirmektedir![1]
Belki bir adım geri çekilip, “peki, eğitim teşkilâtı niçin öğretmemektedir?” sorusunu sormalı. Bunun cevabında bir odak yokluğu ile; Türkçe öğretmenin, tarih öğretmenin ne anlama geldiği konusunda bir fikir bulanıklığı ile karşılaşırız. Bu konuda Türkiye eşsizdir! Türklerden çok daha genç milletlerin, meselâ Amerika’nın dilinin, tarihinin ne olduğuna, neyin öğretileceğine dair hiç bir tereddüdü yoktur. Alman, İngiliz, Fransız, Rus milletlerinin de. Fakat Türkler, neyin Türk olup neyin olmadığı, Türkçe’nin ve Türk tarihinin ne olduğu, hattâ bize “Türk” denip denmeyeceği konusunda ciddî tereddüt içindedirler! Bu tereddüt, ilk okuldan başlar, devletin tepesine kadar uzanır.
İdeolojik saplantılardan ötürü milliyet karşıtı tutum takınanlara bir sözüm yok. Onlar yapmaları gerekeni yapıyorlar. Fakat millet sevgilerinden, milliyetçiliklerinden zerre kadar şüphe etmeyeceğimiz çevreler bile, belki biraz abartarak, daha önce de, aşağıdaki şekilde ifade ettiğim tutum içindedirler:“Ben Türk milletini çok severim. Fakat:1) Onun dilini düzeltmek lâzım;2) Tarihi biraz sakıncalı, bazı kısımlarını rötuşlamak lâzım;3) Müziği ve mimarisini elden geçirmek gerekir;4) Dininde de problemler var.”
Nasrettin Hoca’nın, gagasını ve bacaklarını kestikten sonra leyleğe, “Hah, şimdi kuşa benzedin!” demesini hatırlatan bu tavır, keşke komik olsaydı.
Bu tuhaflığı çözmek için şu kim haklı, kim haksız, kim doğru, kim yanlış çekişmesinin dışına çıkıp, bize benzer başka bir toplum bulunup bulunmadığına bir bakmak lâzım... Ben bulamadım. Varsa da bunu batıda değil, doğuda aramak gerekiyor.
Ben olup bitene daha farklı bir açıdan bakıyorum ve galiba farklı bir soru soruyorum: Bu halkın ve bu devletin ne konuşacağı, tarihine nasıl yaklaşacağı, müzik ve mimarisinin hangi noktalarının reddedilip hangilerinin benimseneceğini, kısaca Türk Milleti’nin ne olduğunu bu insanlar, hangi sıfat ve yetkiyle tartışıyor? Garip olan budur! Demek ki o insanlar, ne olduğumuza karar verirlerse, biz o olacağız: “Muntazır kararına hâzır millet!
Türk entellektüelinin bu hâkimane bakışını bir çok alanda görmek mümkündür. “Hâkimane”den şunu kastediyorum: Diğer ülkelerdeki insanlar meselâ linguist iseler, ilgilendikleri lisanın kelime hazinesini, gramerini ve diğer kurallarını incelerler. “Nasıl?” diye araştırırlar. Bizde dile ilgi duyanlar, “bu dil nasıldır, mantığı nedir” sorularından önce, “Nasıl olmalıdır?” diye sorar ve kafalarına göre değiştirmeye kalkarlar. Bunun için dil bilgini olmaları, hattâ dil bilgisi bilmelerinin de gerekmediği kanaatindedirler.
Tarihe bakarken, normal tarihçiler, “ne oldu, nasıl oldu, kimler yaptı, niçin böyle oldu?” diye sorar. Türk “aydın”ı, “olmalı mıydı; doğru muydu, yanlış mıydı?” hattâ, “yaşasın, kahrolsun” diye değerlendir. 2006 yılında, “Vahdettin hain miydi?” (her ne demekse!) gibi bir sorunun insanları hop oturtup hop kaldırması bu hâkimane tutumun bir başka tezahürüdür. Bu, tarihi de kafamıza göre değiştirme teşebbüsüdür aslında. Tarihi değiştirmek mümkün olmadığı için tarih kitaplarını değiştiririz. Bunu yapanların da tarihçi olmaları, hatta tarih bilmeleri gerekmez.
Meşhur hikâyedir... Ruslar ilerlerken yüksek politika icabı İsmet İnönü’nün tutuklattığı milliyetçiler Ankara Cezaevi’ndeyken, yine yüksek politika icabı, daha önce, Ruslar çekilirken tutuklanan komünistlerle aynı yerde kalmaktadır. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Cezaevi’ni teftişe gelir ve komünistlere şöyle çıkışır, “Neymiş, komünizmi getireceklermiş! Siz kim oluyorsunuz? Gerekirse biz getiririz!”
Bütün bunların garip, hattâ komik olduğunu bugünkü değer ölçülerimizle görüyoruz. Fakat o zamanların insanlarını bugünün ölçüleriyle yargılarsak yukarıda tenkit ettiğimiz “hâkimane” tavrı biz de takınmış oluruz. Sadece “nasıl”a bakalım... Belki o nasılı iyi belirlersek, şimdi ne yapılması gerektiğini, daha da önemlisi ne yapılmaması gerektiğini daha iyi görürüz.
Gerçekten bu millî devlette bir şeylerin eksik olduğunu hissediyoruz. Eksik olan, Gellner’in, “biri diğerinin yerine geçebilen fertler”idir. Tandoğan’ın söylediklerinden anlaşılmaktadır ki 1944’te, bütün Türkler eşit değildir. Bazıları diğerlerine göre çok daha eşittir. Tandoğan da belli ki en eşitlerdendir. Bu tarihten on bir yıl önce yazılıp söylenen Onunu Yıl Marşı, “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” dese de, 1944 Türkiyesi’nde fertler hiç de öyle “biri diğerinin yerine geçebilen” kişiler değildir. Bırakın bir birinin yerine geçmeyi, kasketli köylünün Ulus’tan Kızılay’a geçmesi bile mümkün değildir.
Fikir adamı, dostum Dr. Ömer Dönderici, bu tutumu tenkit ettikten sonra, “Artık devlet milliyetçiliğinden, millet milliyetçiliğine geçmenin zamanıdır” hükmüne varır. Dr. Atila Demirkasımoğlu’nun yönettiği, Türklük ve Türkiye yararına bir fikir kuluçkası vazifesini gören http://www.turkdirlik.com/ sitesi bu fikri, “Önce millet, sonra millet, en son devlet!” şeklinde sloganlaştırır.
Peki, şu kelimeler iyi, bunlar kötü, tarihin bu parçası şöyle öğretilsin, bu parçasından hiç mi hiç söz edilmesin kararlarını vermeyi kendilerine iş edinenlerin fikir çapları, bilime hâkimiyetleri hangi ölçüdeydi?
20. asrın başında, devletin her yerinden çatırtılar yükselir, Batı’nın emperyalistleri hasta adamın bir an önce ölmesini bekler, mevti hızlandırmak için ellerinden geleni yaparken Türkiye’de hatırı sayılır bir fikir hayatı vardır. Milletin yaşama azminin tabiî sonucu, milliyetçilik yükselmekedir... Fakat bu yükseliş, “harap ve bitap düşmüş” bir toplumda gelişmektedir. Türkiye vücudunun yarısını kaybetmiş can cekişen bir insan gibidir. Anadolu’dan önce Türkleşmiş yurdumuz, Rumeli elden çıkmıştır.
Asrın ilk 22 yılının sonunda, her şey bitti sanıldığı bir anda, Türk yeniden doğmaktadır. Fakat o doğuşun şartlarına bakınız. Çanakkale’de Türk Ocakları’nın nesilleri yok olmuştur. Askerî Tıbbiye’nin sınıfları yok olmuştur. Zabitlerin şehadeti yetmemiş, Sakarya Zabit Muharebesi’nde, Harp Okulu öğrencileri şehit verilmiştir. Geriye, on milyon nüfuslu, fakat ancak onda biri okuma yazma bilen, bunun da belki onda biri Devlet İdaresi’nde görev alabilecek donanımda bir insan malzemesi kalmıştır. 1924’te kapanan tek darülfünunun ilk üniverite olarak açılması için 1933’ü beklemek gerekmektedir.
İşte bu şartlarda, bu insan sermayesi yokluğunda ilk el atılacak iş millî devletin, eskisinin küllerinden yeniden yükseltilmesiydi. Cumhuriyeti kuran milliyetçiler, başta Mustafa Kemal, yapılması gerekeni, belki bugünkü siyasilerden daha berrak bir şekilde gördüler. İlk iş, Türk Dili’nin ve Türk Tarihi’nin, öğretilmesiydi. Henüz Gellner kitaplarını yazmamıştı ama onlar bunu biliyordu...
Yapılacak buydu ama bu, hangi kadrolarla?
Atatürk’ü, elinde tebeşir, tahta başında gösteren resimleri hepimiz görmüşüzdür. Bu, bir gösteri, bir halkla ilişkiler fotoğrafıdır diye düşünürsünüz. Fakat devrin şartlarını göz önüne aldığınızda, “acaba?” diye sormak gelir içinizden. Tahta başındaki öğretmenliği bilmiyorum ama Mustafa Kemal’in “Geometri” kitabı yazdığını biliyoruz. Bu her halde dünya siyaset tarihinde bir ilktir! Devlet Başkanı, Türk dili için bizzat kendisi kitap yazmak zorunda kalmıştır ve bu kitap gerçekten bir eksiği karşılamaktadır. “Çarpma”, “bölme”, “toplama”, “çıkarma”dan, “üçgen”, “dörtgen”, “açı”ya kadar, şimdi en tabiî rahatlıkla kullandığımız terimler bu kitaptandır.
Bu belki şimdi hoşumuza giden bir hikâye, fakat genç Cumhuriyet’in kadro sıkıntısının da bir göstergesi. Ne var ki, dil eğitimi de, tarih eğitimi de gerekliydi ve âcilen gerekliydi. “Muharebe mevcut askerle yapılır”, askerî stratejinin temel ilkelerindendir. Öyle de yapıldı. Ve maalesef, bu mevcut askerlerden bazıları silahlarının hangi ucunun namlu, hangi ucunun kabza olduğunun farkında değildi.[2]
Atatürk devrinden sonra iş bütün bütün çığırından çıktı. Bütün fikir hayatının bir elin parmağı kadar gazete ve bir elin parmağı kadar yazarın güdümünde bulunduğu ortamda Türkçe de Türkçe eğitimi de derin yaralar aldı. Muhalif olmanın sağlığa son derece zararlı olduğu İnönü devrinde, gerçek veya hayâli siyasî desteği arkalarında hisseden dil devrimcileri bilim veya ölçü tanımadan yürüdüler. Züccaciye dükkânına girmiş fil gibi.
Bu tahribatı, Geoffrey Lewis’in kitabının başlığı çok güzel ifade ediyor: “Türk Dil Reformu- Felaketli Bir Başarı”[3]. Lewis’e göre, toplam eğitimi üç yıllık ilkokulla sınırlı Nurullah Ataç, “öztürkçe”ye en fazla kelime ekleyen yazardır! Lewis bir taraftan reformcuların bilgisizliğini anlatırken bir taraftan da bilime saygısızlıklarını düzinelerce misalle gösteriyor. Lewis, 1949’daki 6. Kurultay’dan, şu olayı naklederek, günün havasını okuyucuya gösteriyor: “Salondan, yeni teknik terimlerin oluşturulmasında uygulanan ilkenin ne olduğu soruldu. Salona hâkim olan mahçup sükûtu sonunda Linguistik ve Etimoloji Komisyonu Başkanı Ali Saim Dilemre bozdu. Dilci değil, fakat dost canlısı bir hekim olan Dilemre artık tahammül edememişti, ‘Arkadaşlar, kem küm etmeyelim. Bizim prensipimiz mirensipimiz yoktu, uyduruyorduk!’”[4] Terimler böyleyken kelimelerde de durum aynıdır. Gerçekten, Soğdça “kent”in niçin Farsça “şehir”den, Farsça “tür”ün niçin Arapça “cins”ten, Arapça “tüm”ün niçin Türkçe “bütün”den iyi olduğunu prensiplerle açıklamak kolay değildir.
Yapılanları, Atatürk’ün “Türk Milleti, dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” sözüyle savunmak mümkün değildir. En hızlı dil devrimcisi Nurullah Ataç, aslında Türkçe’yi Latince’ye dayandırmak, hattâ Türkleri Latince konuşturmak niyetinde olduğunu açık açık itiraf etmektedir. Tutulan yolun, aslında Osmanlı zamanındaki bürokrasinin, halkın anlamayacağı bir dil kurma çabasından farkı yoktur. Onlar bu işi doğu dilleriyle yaparak kendilerini farklılaştırmaya nasıl çabalamışlarsa, bu yeniler de Latince, Batı dilleri veya icad edilen bir dille kendilerini farklılaştırma çabası içindedirler. Bir bakıma, yukarıda anlatılan daha eşit vatandaşlar yaratma gayreti... Lewis, Fahir İz’in kendisine anlattığı bir olayı naklediyor. İz, İkinci Dünya Harbi’nden hemen önce Erzurum’lu bir çobana, “Biz Türkler...” der. Çoban derhal cevap verir, “Estağfurlullah efendim. Türk biziz. Siz Osmanlısınız.” Çobanın farketmediği, Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’nın bittiği, şimdi Türk’ün piyasasının yükseldiğiydi. Şimdi o “daha eşit” bürokrasinin algıladığı tehdit, “biri diğerinin yerine geçen” fertlerden sayılıp tek düze Türk olmaktı. Çareyi, bir başka türlü farklılaşmakta buldular: Onlar Türk değil, Öztürk olacaklardı. Türkçe değil, Öztürkçe konuşacaklardı. Yapılanların altında yatan birinci kök sebep budur.
İkincisini anlamak için okuyucumun, birkaç yazı önce çizdiğim bir şemayı hatırlamasını isterim. Birikim ve yenilikçiliğin ileri, arkaizm ve “kültür ihtilali”nin geriletici güçlerini... Ataçların ve Dilemre’nin fotoğrafını sunduğu prensipsiz mirensipsiz uyduranların konumu tam bu “kültür ihtilali-arkaizm” tavrıdır. Arkaizmleri, birçok arkaizmde olduğu gibi aslında hiç bir zaman var olmamış, hayalî bir saf Türkçe devridir. (Her nedense bu saf Türkçe Latince’ye ve ondan türeyen batı dillerine çok benzemektedir.) Aslında hiç olmamış hayalî altın çağa dayanarak binlerce yıllık bir kültürü yok etmek: Kültür ihtilali. Niçin? Çünkü birikimleri yoktu. O binlerce yıldan habersizdiler...
Dilin millî birlikte temel unsur olduğunu biliyoruz. Sebebi gayet basit: Dil, hem mekân üzerinde hem de zaman boyutunda anlaşmayı sağlayan araçtır. Siz on yılda bir yeni bir dil icat etmeye kalkarsanız, en üstün başarınız, ancak on yıllık bir millet yaratmaktır. Bu nevzuhur milletin çocuklarının büyüdüklerinde, “ben neyim?” tereddüdüne düşmeleri kadar tabiî ne olabilir? Bırakın binlerce yıllık bir edebiyatımızı, Atatürk’ün nutkunu önce sadeleştirmek, sonra sadeleştirilmişini sadeleştirmek ve en sonunda da ikinci suyundan tekrar sadeleştirmek zorunda kaldığımızı anlatırken Geoffrey Lewis’in acı acı gülümsediğini hissedersiniz.
Dil kelimelerden ibaret değildir. Yıkım kelimelerin de ötesine geçmiştir ve insanımız bunu kelimeler kadar açık görememektedir. İsmin halleri Türkçe’ye hastır. Tamlama ekleri de Türkçe’ye hastır. Türçe’ye has oldukları için de ateş altındadır. “Kapısal tokmak”, “penceresel cam” desem yadırgarsınız. Fakat “anayasal düzen”, “kamusal alan” dediğim zaman yadırgıyor musunuz? Niçin “anayasa düzeni”, “kamu alanı” değil? “Atatürk Cadde”, “Vatan Cadde” kulağınıza nasıl geliyor? Yabancı... Bağlanan eki “i”nin sokak isimlerinden hemen tamamen kalktığının farkında mısınız? Bildiğiniz birkaç sokağın ismini bir düşünün.
Yabancı dillerin boyunduruğu işte böyle gelir...
* * *
Acaba bu hareketin millete, milliyetçiliğe faydası var mıdır?
Şunu belirterek başlayayım... Tarihimizin çeşitli devirlerinde, tıpkı bugün İngilizce kelimeleri fütursuzca cümlelerine yerleştiren ve böylelikle âdî halktan bir çıt yukarıya çıktıklarını hissedenler gibi, ne kadar çok Arapça ve Farsça bildiklerinin reklâmını yapanlar da vardı. Özellikle bürokraside bu çok özel sınıf zaman zaman hâkim duruma bile geçmişti. Fakat Türkiye bunun üstesinden gelmişti. Yakın çağın Nedimi, daha dünün Yahya Kemal’i bunun en güzel misalleridir. Millete dayanma, milletçe okunma mecburiyeti arttıkça, sade Türkçe yazma eğilimi kuvvetleniyordu. Yahya Kemal’in “beyaz Türkçe”si budur... Ataçların, 1980 öncesi Türk Dil Kurumu’nun maaşlı devrimcilerinin yaptığı bundan çok farklıdır. Bir bakıma eskiye dönüştür. Arapça ve Farsça yerine batı dillerini koymak veya uydurmak suretiyle yine milletten uzaklaşan yeni bir dil yaratmak!
Tekrar olacak... Milletin temelinde dil vardır. Dil iki yoldan milleti oluşturur:
1) Milletin nesilleri arasında, zaman üzerinde bağ kurar.
2) Milletin yaşayan bireyleri arasında, mekân üzerinde bağ kurar.
Siz on yılda bir dili, on yıl öncekini anlayamaz hâle getirirseniz zaman içindeki bağı yok edersiniz.
Dünyadaki bütün Türkler, sizinle birlikte kültür devrimine kalkışmadıysa, coğrafya üzerindeki bağlayıcılığı da bitirirsiniz. Avrupa’dan Asya’ya, Türkiye dışındaki Türk ülkelerine gidenler şu acı gerçeğin hemen farkına varırlar: Annelerinin, Türkçesiyle, “anadilleriyle” konuştuklarında anlaşılmaktadırlar. Dışımızdaki Türkler, meselâ Atatürk’ün nutkunu, orinal şekliyle anlamakta çok güçlük çekmezler. Fakat mevzi yerine “dayanga”, refah yerine “gönenç” derseniz, Tebriz- Erdebil yolunda “modern Türkçe” ile hitab ettiğim bir Azerî Türk köylüsünün bana söylediği gibi“mazeret dilerem, özüm Farsî bilmerem” derler.
Binlerce yıllık Türkçe, kendini beş yüz yıllık İngilizce’ye karşı rahatlıkla savunur. Fakat on- yirmi yıllık bir öztürkçenin hiç bir şansı yoktur.
* * *
vahim mi? Hayır... Tam tersine tahribatın sonuna gelindiğine, hatta zenginleşmenin başladığına inanıyorum. Artık fikir hayatı beş- on kişinin sultasında değildir. Belki yüzlerce yıldır süren Tandoğan sınıfı—evet, en az Osmanlı’dan beri mevcuttur—yok olmaktadır. Şehirleşme ve ekonomik güçlenme yükseldikçe Türk insanı da doğru konuşmaya, doğru yazmaya zorlanacak; bunları yapabilmek için Türk diline hâkim olma mecburiyetini hissedecektir. Bu insanların Türk edebiyatından başka gidecekleri yer yoktur ve Türk edebiyatı, Orkun Kitabelerinden başlar, Yusuf Has Haciblerden, Gazneli Mahmutlardan, Fuzuli ve Bakilerden Yahya Kemallere uzanır. Uydurma kelimler, bu derinliğin içinde kaybolacak mı? Belki bir kısmı... Fakat geriye kalanlar, sonunda, istiridye’nin aslında içine girmiş bir kum tanesini, bir yabancı maddeyi inciye çevirmesi gibi, Türkçe’ye ilâve bir zenginlik getirecektir.
Dilde yenilik olur. Dilde yenilik, daha ince anlamların ifade edilmesiyle; eskide benzeri olmayan eserlerin ve üslupların ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. Ama bunu becerebilmek için eskinin birikimi gerekir. Şu anda edebiyatımızın bütün cephelerinde yazarlarımızın tarihî edebiyatlarını öğrenme gayretinde buluşmalarının arkasında işte bu ihtiyaç vardır.
Türkiye’de bir yılda yayınlanan edebî veya edebiyat dışı kitapların sayısının artış hızına bakın. Dünya ortalamasının pek gerilerinde olmamıza üzülmeyin; bu, önümüzdeki potansiyelin büyüklüğüne işarettir.
Dünya ile artan temas, Türkçe’yi ve Türk edebiyatını da güçlendirecektir. Yıkımın failleri dünyayı iyi bilenler değil, özellikle batıyı üstünkörü görüp “ben artık oldum” zehabına kapılan alaylılardı. Dünyaya yakından bakanlar batılıların dillerinin, edebiyatlarının, doğru yazıp konuşmanın üzerinde nasıl titrediklerini görecektir. Sonra dönüp bizim dilcilerimizden hesap soracaklar: Niye müdahale etmediniz? Niye geç kaldınız?
[1] Daha bir kaç ay önce, Kültür Bakanı, “gelen İranlı turistlere tercümanlık yapacak, bir tane Farsça bilen eleman bulamadık. Halbuki üniversiteleirmizde 13 Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü var.”, diyordu. Bu değerlendirme üzerinde üniversitelerimizin ciddî ciddî düşünmesi gerekir. Sadece Farsça için değil.
[2] Taha Akyol, benzer bir manzarayı, “Medine’den Lozan”a kitabında, medenî kanun için çizer. Avrupa, medenî kanunun değişmesi için baskı yapmaktadır. Fakat içerde oturup bu kanunu yazacak kadrolar eksiktir. (Akyol sadece zaman kısıtından söz ediyor ama zaman kısıtı kadro kısıtının bir sonucudur, aynı zamanda.) Baskının bertaraf edilmesi için İsviçre Medenî Kanunu, ufak değişikliklerle alınır. Yoksa karar mevkiindekiler, kendi kanunumuzu yazmanın tercih edileceğini gayet tabiîdir ki biliyordu.(Taha Akyol, “Medine’den Lozan’a”, Doğan Kitapçılık ,1998)
[3] Geoffrey Lewis, “The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success”, Oxford Linguistics), 2002. Türkçesi, “Trajik Başarı Türk Dil Reformu”, Gelenen Yayınları, 2004. Çeviride “katastrofik ~ felaketli” kelimesi yerine “trajik” tercih edilmiş.
[4] Lewis, zabıtlara girmeyen bu konuşmayı, Nihad Sami Banarlı’nın 14 Mart 1973’te Meydan dergisinde çıkan ve daha sonra Tekin Erer’in “Türkiye’de Dil ve Yazı Hareketleri”ne (İkbal Kitabevi, İstanbul, 1973) ikibas ettiği yazısndan almış.
14 Temmuz 2008 Pazartesi
Yabancı Kelime Suiistimâli/Peyami Safa

Avrupa dillerine ait yabancı kelimelerin istilâsı yalnız mağaza isimlerinde değil, ilim ve aydın dilinde ve en kötüsü devlet dilinde göze çarpıyor.
Milletlerin biribirinden kelime almaları bir zarurettir.İngilizce'de binlerce Fransızca kelime olduğu gibi Fransızca ve Almanca'da da yabancı kelimeler pek çoktur.Saf ve katıksız dil olamayacağına göre ihtilât bir dilin tekamül şartlarından biridir.Bir asırdan beri Türkçe'ye yüzlerce kelime girmiştir ve daha da girecektir.
Ancak dilimizin özlüğünü kaybetmesi felâketi, karşılığı bugünkü Türkçe'de bulunan kelimeler kabul edildiği zamana başlar."Takım" mânâsına gele ekip kelimesi bunlardandır."Başkan" yerine şef, "daire başkanı" yerine büro şefi, "bölge", "bölüm", "saha" veya "alan" yerine sektör, "yatırım" yerine envestisman, "sermayelendirmek" veya "para yardımı" yerine finansman ilh... kelimeleri de bunlardandır.Aransa bu yabancı kelimelerin daha uygun Türkçe karşılıkları da bulunabilir.Fakat birçeok münevverlerimizin ve devletin dilinde Avrupalılaşmaya doğru bir yönelme seziiliyor.Sanki "istihsal" derseniz cehalet, "prodüksiyon" derseniz derseniz ilimdir.Çok defa bir Türkçe kelimenin sâdece Grekçe veya Lâtince'sini söylemek onu târif ve izah etmeğe yeter sayılıyor.
Aşırı yabancı kelime düşmanlığı nasıl bir dil taassubu ise, Türkçe karşılığı bulunan veya bulunabilecek olan yabancı kelime hayranlığı da züppeliktir.Zaten bu memleket ne çekmiş ve çekiyorsa softa ve züppe kafası yüzünden çekmiyor mu?
Milliyet, 13 Eylül 1958
12 Temmuz 2008 Cumartesi
Türkçe: ‘Güzel ve Kolay Bir Dil’
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta hâlli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinalara bakarmış.
Günlerden bir gün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan memleketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dilleri birer birer anlatırken: “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en kolay öğrendiğim insan dili Türkçe'dir.” dedi.Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş.
“Bu, dediğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum.
“Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir.” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret olduğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, âhengi bizim dilimizdeki âhenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi.
Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların elması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca'da bıçaktır, çizme, çızma; papuç, papuc; kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran'dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, levende, memura, ormana, keçiye; biz de koçan, levent, memur, orman, keçke deriz. Tabur, Macarca tabur; tepsi, tepsi; tezek, teozek'tir. Onlarda cep, bizde jip; ata, atıya, ana, anıya; tavuk, tiyok; aslan, aroslan; bağ, baka; çadır, şador; çalı, çalıt; çarık, şarok; çok, şok; küçük, kiçi, kazan, kazan; koç, koç; dana, tino; kendir, kender; toklu, toklu; satıcı, satuç; sakal, sakal... ve bunlara benzer daha neler neler...”
Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam:-Oğlum, Latince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bize en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir, dedi.
Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini tamamlayıp tam kırk altı sene evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisanının o zamanki hocası Avrupa doğu bilimcilerinin en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte'ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi oldum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi'nin derslerine üç sene devam edip Türkçeden başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca'ya da çalıştım.
Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tuna suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye'den henüz gelmiş bir şekercinin dükkânında çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan, zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar lezzet alıyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum Oh! şimdiye kadar hiç görmediğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.
Bir gün muallim efendiye:-Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim:
— Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben:
— Ya, Ahmet Vefik Paşa'nın “Atalar Sözü” denen mecmuası, ya Nasrettin Hoca'nın bütün dünyada meşhur ve bütün Batı dillerine çevrilen fıkraları halk edebiyatı sayılmaz mı, diye sordum.
— İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır; başkasını bilmiyorum, cevabını verdi.
— Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Düşüncelere dalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vâhı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi, kokusu yok mu? Bülbüllerinin figânı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi, dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam. Üstat, birkaç dakikacık düşünüp taşındıktan, yüzüme sevine sevine baktıktan sonra:
-Belki hakkın var, belki de benim duyduklarım yanlış! En iyisi Türk memleketine git, Türk edebiyatını ara. Allah yardımcın olsun, dedi.[1]
Ignacs Kunos
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Macar Türkolog Ignacs Kunos (1862-1945), hayatını Türkçeyi ve Türk edebiyatını incelemekle geçirmiştir. Türkçe: “Güzel ve Kolay Bir Dil” başlığını verdiğimiz bu yazı Kunos’un Türkiye’de verdiği konferanslardan oluşan Türk Halk Edebiyatı isimli eserden alınmıştır; bknz: Seyit Kemal Karaalioğlu, Yazmak ve Konuşmak Sanatı, İst. 1978, ss. 15-16, Türk Halk Edebiyatı, Ignacs Kunos, Yayına Hazırlayan Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Akçağ Yayınları, Ank., 2001, ss.15-20.
10 Temmuz 2008 Perşembe
Nejat Muallimoğlu,Bülbül Sesli Bir Dilden Moğol Tokmaklarına mı?
"Bir seyahatte idim, vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerimizden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken gözucu ile âdeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı, ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim," dedi. "Kusurumu hoş görünüz; konuşmanızı yol boyunca takip ettim, anlamadığım halde zevkle dinledim. Diliniz, belli-başlı Doğu ve Batı dillerinden pek farklı. Mazur görünüz ve beni tatmin ediniz. Nece konuşuyorsunuz?"
"Biz Türk'üz ve konuştuğumuz lisân da Türkçe'dir," dedim.
Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman, ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musıkili diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın gaşyoldum [kendimden geçtim]. Aman, bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk, hiçbir Batı dilinde yoktur."
Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de Yaşayan Türkçemiz`de çıkan bir makalesinde (l.c. 264.S. 1981) , bir zamanlar Hamburg Üniversitesi'nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de, "Türk dili" derslerine katıldığını görerek "hayret'e düştüğünü yazar:
"Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum. Dakikalarının bile boş geçmediğini bildiğim bu Alman ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe'de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığını söylemek zorunda kaldım.Maksadımı anlayan Alman profesörünün bana verdiği cevap çok dikkate değer: "Ben, Türk dili kadar ahenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük bir zevk duyuyorum."."
Türkçe’yi Anadolu Türkçesi Güzelleştirdi
Türkçe, iyi konuşanların dilinde, dünyanın en musıkîli, en ahenkli dillerinden biridir. Dilimiz, bu güzelliğini, tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle ahenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçe'si, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçeleşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten zengin seslere giden bir seda hürriyeti Türkçe'de, gerçek bir ses musikisi gelişmesidir.
Eski Türk dillerinde uzun hece yoktu. Nihat Sami Banarlı'nın yazdığı gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların, yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara ahenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bugün dilimizdeki gel! git! in! koş! vur! kaç! dur! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı.Refik Halit Karay da şunları söyler:
"Türkçe, Asya'da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi'nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ne ettiler, bir "kakofoni "den bir "melodi" çıkardılar."
Buyurun, eski Asya Türkçe'sindeki' bazı kelimeler: adhak, batrak, bed-hük, bıdhık, budgay, eçkü, emgek, kadhgu, kapga, karağgu, kayguk, kıragu, kızamuk, konkül, koşnı, konglek, kudhug, orgak, sarıçga, tamgak, targak, tegir, tenğiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.
Ziya Gökalp, "G"li sesler istemeyiz diyordu. Haklıydı. Şimdi de bu kelimelerin, Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl mûnisleşerek ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamuk, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, damak, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak.Asya Türkçesi gördüğünüz gibi, "Moğol tokmakları" ile dolu bir dildi. Yine Kaşgarlı zamanındaki Türk dillerinde, günümüzde artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu bir yığın kelime daha vardı. Bazıları: kıdhıglık (kenarlı külah), bukagu (hırsızların ellerine vurulan kelepçe), buturgak (pıtrak, fıstık biçiminde çengelli bir diken), çançarga (serçe kuşu), çıçalak (serçe parmağı), çıçamak (yüzük parmağı), çifşeng (ekşi, ekşimiş), kakkuk (kurutulmuş et veya meyva), kakurgan (yağ ile yoğrulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur), tabuzguk (bilmece), tuturkan (pirinç), yagak (ceviz).
Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkı bu "Moğol tokmakları"nı öğüttü, ehlileştirdi, kulağı okşayan munis ve musıkili sesler hâline getirdi. Maamafih, bu fonetik çarkın tesirini göstermesi zaman aldı. Meselâ, dilimizdeki iyi kelimesi edhgü-edgü-eyyü-eyü" safhalarından sonra "iyi" oldu. Dede Korkut Hikâyelerinde (8-13'ncü asır) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla, "Han Tur Ali"yi Kanturalı yaptı. Yine ondördüncü yüzyıla doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey'in adını Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak "Turalı" diye seslendirdiler.
Fatih Sultan Mehmed'in ordusu istanbul'u fethettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adını verdiler. Eski Türk telâffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini Cibali ahengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türkler'inin dilinde, artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihad Sami Banarlı'nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın,yeni bir coğrafyanın terennümü idi." Türkiye Türkçe'si, o Türkçe'nin en büyük temsilcisi Yunus Emre'nin dilinde zirveye ulaştı:
Ben Yûnus-u bîçareyim / Dost ilinden avareyim
Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi
Türkçe, dünyanın en bol sesli dillerinden biridir. Ağacın yapraklarıyle güzel olduğu gibi, dilimizi—uzun hecelere imkân vererek—güzelleştiren başlıca özelliği sekiz tane ünlü ses bulunuşudur ki, meselâ İngilizce'de bu kadar ünlü yoktur.
Bu ünlülerin dilimizi nasıl güzelleştirdiğini, çocuklarımıza verdiğimiz isimler bilhassa gösteriyor.
Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve kulağı okşayan sesler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla çocuklarına nasıl adlar veriyorlar:
Aygül, Aynur, Aysel, Ayten, Ercan, Erdal, Gülâli, Gülay, Gülnur, Güvenay, Meral, Özcan, Seda, Sevay, Suna, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalına veya kalından inceye geçen seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş-çıkış yapar mıydı?
Türkçe’nin, Türkiye'de işlemeye başlayan fonetik çarkı, kendinden olmayan kelimeleri de almış, zaman zaman akla hayale gelmeyecek işlemlerden geçirerek, tanınmayacak bir şekilde değiştirmiş, kendine mal etmiştir. Cameşüy, guuşe, şüban, Çeharşenbih, Pençsenbih İranlı`nın, "çamaşır", "köşe", "çoban", "Çarşamba" ve "Perşembe" Türkündür. Türk, Farsça`da "çiçek" manasında kullanılan gul’u muayyen bir çiçeğe izafe etmiş ve "gül" sesi ile güzelleştirmiştir. Yine, şeft-alü İranlının, "şeftali" Türkün, zedr-alü onların, "zerdâli" bizimdir. Evet, ateş Türkçe değil, Farsçadır. Ama İranlının "ateş"inde, Yusuf Ziya Ortaç'ın dediği gibi, Türk'ün "ateş"inde olmayan bir met, bir çekiş vardır. Türk’ün dilindeki "ateş"e İranlı "a’teş" der.
Dilimizdeki Arapça asıllı kelimelerin de Türkçeleştirilmesinde aynı işlemin tesirini görüyoruz: manalara, neva, sahih, na'na, sahlap, Arabın, minâre, hava, sahi, nane ve salep Türkündür.
Türk, zapt ettiği şehir ve kasaba adları ile o ülkelerin dillerinden alıp kendine mal ettiği kelimeleri de Türkçeleştirmiştir. Böylece, Yunanca'daki Anatolus, Türkçede "Anadolu", Adriyanapolis, "Edirne", Aya-Nikola "İnegöl", Selanikos "Selanik" oldu. Gerçek`den "kulbe" şeklinde Farsça`ya geçen kelime, Türkiye`de "kulübe" oldu. Yunan'ın kestanon'u, Türk'ün "kestane"si oldu.
Doğru, "düş" Türkçe. Ama Türk onu bin yıl önce terk etti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.
Katlettiğimiz Güzel Türkçe
Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebiyi hayran bırakan "bülbül sesli" Türkçe, dil zevkinden mahrum insanların ağızlarında "karga sesli" bir dil haline gelmek üzere. Bir dili en iyi konuşanların basında, ülkenin tiyatro sanatkârlarının gelmesi icap eder. Ama her meslekteki her sınıf halkımızın konuştukları Türkçe gibi, sahne Türkçesi de yozlaşmaya başladı.
Gerçekte bu yozlaşma yıllarca önce başladı. Uzun yıllar Muhsin Ertuğrul'un yanında çalışan sahne sanatkârı Yusuf Ayhan, Tercüman gazetesinde "Türkçecilik Türkçe`yi iyi konuşmaktır" başlıklı yazısında (17 Mayıs 1980) "Üç Saat" operetinin provaları sırasında, o günlerdeki Türk tiyatrosunun her şeyi Muhsin Ertuğrul'un "tiyatro ölüyor" diye sızlandığım yazdı. Muhsin Ertuğrul'u bilhassa kızdıran şey, sanatkârların, Türkçeyi yanlış telâffuz etmeleri imiş.
Yusuf Ayhan, bu yazısında Muhsin Ertuğrul`un, yılların tanınmış kadın sanatkârı Bedia Muvahhid'e "sertçe" bağırdığım yazar:
"Bedia, kelimeleri ağzında pestil gibi ezme. Ne konuşuyorsun? Ne söylüyorsun? Rumca mı, Türkçe mi konuşuyorsun? Ne söylediğini evvela ben anlamalıyım."
Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul’un biraz sinirlendiğim ve "pek sevdiği arkadaşlarım bile haşlamışken, ihtârı biraz daha ileri" götürdüğünü, Türkçe’yi yanlış ve bozuk kullanmamak gerektiğim, "adeta bir karargâh kumandanı emri gibi" tekrarladığımı da ilave ediyor:
"Dil meselesi, bizim meselemiz değildir; amma bizim vazifemiz, Türkçe’yi kusursuz ve güzel konuşarak korumaktır.” "Bi" değil "bir", "yapacız" değil "yapacağız", "beycim" değil "beyciğim" (benim ilavem: "abi" değil "ağabey") diye konuşacağız. "Sora" diye bir şey yok, "sonra" vardır. Fonemleri ağızımızda gevelemeyeceğiz."
Önceki tiyatro sanatkârı Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul'un "fonem" dediği şeyin "ses parçaları" olduğunu belirttikten sonra, "iyice kükrediği"ni söyler:
"Kaşdı" "değil "kaçtı" deyiniz. Güzel Türkçe’yi siz daha güzel konuşmaya mecbursunuz. Unutmayınız, dilci değil, Türkçeci değil, ama hepsinin üstünde tiyatrocusunuz."
Tiyatrocuların dillerinin nasıl bozulduğunu Türkçemiz (1958) adlı kitabı ile Türkçe’yi kurtarmak için çırpınanların arasında yer alan Nüvit Özdoğru, Cumhuriyet`teki bir yazısında (23 Eylül 1971) meslekdaşları (yani tiyatrocular) arasında Türkçe'yi bozuk konuşanların bir hayli olduğunu şöyle anlattı:
"Geçen yıl, elli beş tiyatro oyuncusu arasında yaptığım bir ankette, hatırası yerine "hatırâsı", hülâsası yerine "hülâsâsı", asası yerine "âsâsı", gazabı yerine "gazâbı", zarif yerine "zârif, lisan yerine "lîsân", maiyet yerine "mâiyet", mantıkî yerine "mantıkî", kavî yerine "kaavi", herkes yerine "herkez" diyenler çoğunluktaydı.
Yanlışlar elbet Arapça, Farsça asıllı kelimelerle bitmiyordu. Aynı ankette, hayır yerine "hayır", yarın yerine "yârın", yanlış yerine "yalnış", umûdu yerine "umudu" "kat`î" anlamında kesin yerine "kesîn" diyen" yüzde otuz ile yüzde elli arasındaydı.
Fransızca “ün” anlamına gelen prestij ile Farsça "tapınma" anlamına gelen perestij kelimesini birbirine karıştıran yaşlı başlı oyuncular görüyoruz. Çok sayıda tiyatro oyuncusunun nüfus ile nüfuz’u, delâlet ile dalâlet’i, seri ile serîyi karıştırdığına, parlamento, panorama, koleksiyon, karakter, üniversite, mekanizma, pitoresk, akıbet, ahize, kelime, râkip, târikat, mâkam, âleni, şevkat, tavsiye, mahsur, seyyahat, yanlız dediklerine şahit oluyoruz.”
Yusuf Ayhan, Jonüa bahsettiğimiz yazısında, "Muhsin Ertuğrul tiyatroda Türkçe’yi güzel konuşmaya mecbur eden böyle bir otorite vardı” diyor. “Biz buna TRT ekran ve mikrofonlarında daha da titiz bir anlayışla dikkat etmeliyiz. Amma, nerede o kaygı, nerede o ruh, nerede o otorite?”
Önceki yılların sahne sanatkârı şöyle devam ediyor:
“Üst üste üç dört gece kulaklarıma dolan kelimelerin şu çirkinliğine bakınız: vicdan yerine “vicdan”, içtu yerine “uştu”" deyip geçiyorlar. Cereyan da "ceryan" olmuş.Hele şu son su baskını ve toprak kayması gecelerinin birinde, mikrofonun başındaki adam heyelan'a "heylan" deyince kafamın tası attı."
Ben, son iki yıl içinde on dört-on beş yerde Türkçe üzerinde konuştum, hitabet dersleri de verdim. Üniversite mezunu, bir holdingle iyi bir mevki sahibi olan ve yabancı bir dil bilen otuz-otuz beş yaşlarındaki kimselerin Türkçeleri beni hayrete boğdu. Onlar da Nüvit Özdoğru'nun tiyatrocuları gibi, yarın, hayır, makam, avize kelimelerinin nasıl telaffuz edileceklerini bilmiyorlardı. Suç, tabiî onlarda değil. Gerçi Türkçelerini geliştirmek yolunda hiçbir şey yapmamaları oldukça bir kusur sayılırsa da her gün işittikleri ve okudukları Türkçe karşısında başka türlü konuşmaları da güç. Hastahane'nin "hastane", postahane'nin "postane", kütüphane'nin "kütüpane", eczahane'nin "eczane", Molla Gürani Sokağı'nın "Molla Gürani Sokak" haline getirildiği bir ülkede güzel Türkçe de neymiş?
Bunlara bir de dillerindeki kelime sayısının iki yüz elliyi geçmeyen güya okumuşların sık sık tekrarladıkları "yadsımak", "saptamak", "kargımak", "anımsamak", "aygıt", "olanak" gibi Moğol tokmaklarım da eklerseniz, Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebinin hayranlık duyduğu güzel Türkçe’nin fatihasının henüz okunmasa bile, okunmak üzere bulunduğunu söylemek aşırı karamsarlık mı olur? (Merak ediyorum: Molla Gürani Sokağı "Molla Gürani Sokak" oluyor da Atatürk Caddesi niye "Atatürk Cadde" olmuyor?)Evet, Türkçe’nin istikbalini karanlık görüyorum. Ama yine de dilimizin bir gün aydınlığa kavuşacağı ümidimi de yitirmiş değilim. Dante, İlahî Komedi'sinde, cehenneme girmek üzere olanlara şunları söyler: "Lasciate ogni speranza, voi ch’entrata- Buraya girenler, ümitlerinizi terkediniz."
Eğer bizler, gerçek ve güzel Türkçe’yi sevenler, kendimizi el birliği ve dil birliği ile dilimizi kurtarmaya adarsak, dünyanın en güzel ve en bol sesli dillerinden biri olan Türkçe, cehennemin kapısından geçmeyecektir. Ben, bütün karamsarlığıma rağmen, buna inanıyorum. Doğru, yıllar yılı Türkçe üzerinde oynana gelen oyunlar neticesi, zaman zaman aşılması güç engellerle karşılaşabilirsiniz. Ama güzel ve zengin Türkçe yoluna çıkmaya bir defa karar verirseniz, emin olun, bütün engellerin hakkından geleceksiniz. Yeter ki, o kararı verin. Bir Çin ata sözünün dediği gibi: "En uzun yolculuk, bir adımla başlar."
Ve nihayet, zihnî faaliyet’in sizi daha sıhhâtli bir insan yapacağım da aklınızdan çıkarmayın. Amerika’daki dünyaca meşhur Mayo Kliniği Müdürü Dr. William Menninger'e zihnî sıhhatin nasıl elde edileceği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hayatta kendinize bir görev seçin ve onun üzerinde ciddiyetle durun."
Sizin görevinizin de Türkçe’yi daha iyi konuşmak ve yazmak olmaması için bir sebep mi var?
9 Temmuz 2008 Çarşamba
Dil Nedir?
Dil: ‘İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir araç, kendine has kanunları olan ve bu kanunlar içinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir antlaşmalar sistemi ve seslerden örülmüş sosyal bir kurumdur’[1]. Dilin, bu tanım dışında başka tanımları da yapılmıştır:
“Dil: İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma." (Türk Dil Kurumu Güncel Sözlük) “Dil: Bir insan topluluğuna özgü olan, o topluluktaki bireylerin duygu ve düşüncelerini anlatmak ve birbirleriyle iletişim kurmak için kullandıkları sesli ve kimi zaman da yazılı göstergeler dizgesi." (Büyük Larousse)
“Dil: Düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan faydalanarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü, çok gelişmiş sistem." (Prof. Dr. Ahmet Topaloğlu)
“Dil, insanların meramlarını anlatmak için kullandıkları bir sesli işaretler sistemidir." (Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu)
“Dil: İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan sosyal bir kurum ve kendi içinde bazı kanunlara tâbi olan ve buna göre gelişen canlı bir varlık.” (Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş)
“Dil, insan açısından bakınca, insanın dünyadaki yerini ve değerini belirleyen odur. Konuşma yeteneği, dolayısıyla dil, insanı insan yapan niteliklerin başında gelir. Onun duygularını, düşüncelerini, istekleri bütün incelikleriyle açığa vurmasına, yaşamını sürdürebilmesine olanak sağlar.” (Prof. Dr. Doğan Aksan)
“Dil, kendi kuralları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlıktır. İnsanın iç dünyasını ve dış dünyasını birbirine bağlayan en önemli araçtır. Kuşaktan kuşağa aktarılabilen ve toplumun çeşitli özelliklerini yansıtan sosyal bir kurumdur. Kültürün koruyuculuğunu ve taşıyıcılığını yapan temel varlıktır.” (Prof. Dr. Zeynep Korkmaz)
Göründüğü gibi dilin; tanımlarda vurgulanan en belirgin niteliği, konuşma ve anlaşma aracı olmasıdır.
Konuşma ve Anlaşma Aracı olarak Dil
Dil, konuşma ve anlaşma aracıdır. Konuşmanın temelinde ses bulunur, dilin en küçük parçası da sestir. Sesler, dilin kendi yasaları içinde bir araya gelir ve konuşmayı oluşturur. Sesli göstergeler sisteminden oluşan ve kendi yasaları olan dil üzerinde araştırma ve incelemeler yapmak dilbiliminin konusudur.
Dil, anlaşma aracıdır; fakat insanlar arasında anlaşma, konuşmayla sınırlı değildir. Anlaşma, dil dışında çeşitli yollarla; el, kol, yüz, vücut hareketleri, ıslık vb. ile de yapılabilmektedir. Bunlardan başka, insanlar anlaşma aracı olarak, ışık, zil, korna, bayrak, duman, renk, siren, düdük, resim vb. araçları da kullanır. Yazı bu anlaşma araçlarının dışındadır; o da konuşmanın içindedir ve konuşmanın temeli olan sesin sembollerle ifadesidir.
Konuşma yoluyla yapılan anlaşmalarda kullanılan dile “genel dil”, konuşma dışındaki el, kol, yüz, vücut hareketleri; ışık, resim, renk, bayrak, düdük vb. araçlarla yapılan anlaşmalar için kullanılan dile de “özel dil” denir. Türkçede “genel dil” ve “özel dil” kavramları aynı sözle: “dil” ile karşılanır, “lisan” da “dil” yerine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Konuşma dışındaki özel anlaşma yolları için beden dili, renk dili, işaret dili, program dili... gibi deyimler kullanılır. Bu deyimlerde “dil” kelimesinin kullanılması, benzetme yoluyla yapılan bir aktarma sonucudur. İnsandaki konuşma organı olan dil, anlatma özelliği dolayısıyla diğer anlaşma biçimlerine ad olmuş; renklere, ışıklara, işaretlere, programlara aktarılmış, çok anlamlılık kazanarak mecazlaşmıştır.
“Dil” sözü, “konuşma”yı karşıladığı gibi, tat alma ve beslenme işini gören organ adı için de kullanılır. Temelde organ adı olan “dil” çok anlamlılık kazanarak bu birinci anlamının dışında dilbiliminde konuşma ve anlaşma aracı olan “dil”e terim adı olmuştur. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır; dili düzgün, dili akıcı, dili anlaşılır, dilini anlayamadım…” gibi kullanımlarda “dil” sözü konuşma ile ilgilidir. Dil kelimesinin hem konuşmayı, hem de tat organı olan ‘dil’i karşılaması yalnız Türkçeye has değildir. Bu kullanım diğer dillerde de vardır.
Dil, insanı diğer varlıklardan farklı ve üstün kılar, “insanların ayrıcalık belgesidir”[2]. İnsan, canlılar içinde en “mükemmel” varlıktır. Buradaki “mükemmel” kelimesini “üstün, gelişmiş, olgun, noksansız” anlamlarda kullanmaktayız, bu bakımdan “noksanlık” diğer varlıklarda, “mükemmellik” insandadır. Faydalı ya da zararlı olanı ayırma, düşünme ve hatırlama gücü anlamlarında akıl ve zekâ diğer varlıklarda az da olsa vardır; insanda ise akıl bakımından diğer canlılara göre noksanlık yoktur, en olgun derecededir. İşte, insanın, diğer canlılara göre üstün varlık olması onun akıl, zekâ ve düşünme kabiliyetleriyle beraber; hayal etme, tercih etme, konuşma ve isteme gibi özelliklere sahip olmasından ileri gelir.
Konuşma kabiliyeti; insanın, akıl, düşünme, hayal etme, isteme ve seçme ile ilgili konulardaki sonsuz diyebileceğimiz; tespit, değerlendirme, istek ve tercihlerine tercüman olur. İnsan, gözüyle; görünen dünyaya bir pencere açtığı gibi; dil penceresiyle mükemmel varlığını dışa açar.
Biyolojik olarak insandan yaş, güç, boy, vücutça ileri olan canlılar; konuşma, isteme, tercih etme gibi özelliklere insan derecesinde sahip olmadığından insan varlığı karşısında eksiktir. İnsanı güçlü ve üstün kılan maddi olmayan bu nitelikleridir. İnsan, diğer canlılarda bulunmayan bu özellikleri dolayısıyla “gelişmiş varlık” sıfatıyla nitelenir. Bu yönüyle dil, insanın üstünlüğünü gösteren bir ayrıcalığa sahiptir. İnsan, bu üstün varlığının ürünlerini dil aracılığı ile aktarır.
Konuşma yoluyla, istek, dilek, duygu ve düşünce anlatma insanın özelliğidir. Diğer varlıklarda aralarında anlaşmayı sağlayan çeşitli seslenmeler, davranışlar vardır; fakat insandaki gibi konuşma yoktur. Papağan gibi bazı kuşlara yüzlerce kelime öğretilebilmekte, maymunların da birkaç yüz kelimeye tepki vermeleri sağlanmaktadır. Bu gibi konuşma ve algılama işi sürekli olmayıp öğretilen hayvanla sınırlıdır. Papağanlar ve diğer hayvanlar, öğrendiklerini kendi nesillerine aktaramaz ve öğrendiği bu kelimelerden düşünce ürünleri meydana getiremez, bunların yaptıkları adı üzerinde “papağanlık”tır.
İnsanı, birçok bilim dalı kendi inceleme alanına göre değişik şekillerde tanımlar; sosyolojinin “İnsan sosyal bir canlıdır”, biyolojinin “İnsan, biyolojik bir varlıktır”, felsefenin “İnsan düşünen bir canlıdır”, psikolojinin “İnsan psikolojik bir canlıdır” tanımlamaları gibi. Bu saydıklarımızda insanın sosyal olması, canlılığı, düşünmesi, psikolojik durumu da hep dille ilgilidir; onun toplum içindeki işlevi, biyolojik varlığı konuşması ile görünür; düşündüklerini ifade etmesi, psikolojik özelliklerini yansıtması en güzel şekilde dille olur.
İnsan düşünen bir varlıktır, insanın yaptığı her şey düşünceye bağlıdır; düşünce de dille anlatılır. Dil, düşüncenin yapıcı bir organıdır[3]. Bu bakımdan, dile; “düşüncenin evi”[4] denmiştir. Düşüncenin önemli bir aracı olan dil ile düşünce arasında bağlantı vardır. Kimi düşünürlere göre dil yalnızca düşünmenin aracı değil, tersine düşünceyi var eden bir etkinliktir. Aristoteles, insanı “logos”u olan canlı bir varlık; “logos”u da söz, dil, düşünce ve akıl olarak tanımlar. Aristo’ya göre insanın, onu diğer varlıklardan ayırt eden en önemli yanı “dil”idir; insanın, akıl sahibi olması söz edebilen bir varlık olmasına dayanır[5]. İngiliz Bacon da aklı yöneten şeyin gerçekten dilin kendisi olduğunu söyler[6].
Dilin anlaşma aracı olması; insanın, onu hem kendini anlatmada, hem de diğer insanları anlamada kullanılmasıdır. İnsan varlığı dil ile ortaya çıkar Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig’teki “Dili olmayana insan mı denir?” sözü; insan konuşuyorsa vardır, anlamıyla; insanın, konuşmasıyla varlığını ifade edebildiği, dilin varlık işareti olduğu, konuşmanın; insanı, diğer varlıklardan ayırıp “insan” derecesine yükselttiğini anlatır.
“İnsan, konuşan bir canlıdır.” sözü dilin konuşma ve anlaşma aracı olarak insan varlığındaki önemini vurgular. Varlıklar içinde sesi şuurlu bir şekilde kullanabilen, düşünebilen, isteyebilen ve bunları konuşma yoluyla aktarabilen tek varlık insandır. İnsanın bu özelliği onun doğasının sonucudur. İnsan doğasında dil varlığı bulunduğu için dil doğal bir araçtır.
İnsan, dili edinecek ve öğrenecek yeteneklerle doğar. Dili edinmek ve öğrenmek için kişinin varlığında konuşma ve işitme organları ve beyninde konuşma merkezinin olması gerekir. Doğasında bu donanımla dünyaya gelen insan, kendisini bir dil ortamında bulur; onun içinde yetişir. Anne kucağından itibaren dille karşılaşan insan, zamanla çevresinde konuşulan dili edinir. İnsanların, doğdukları toplumda konuşulan dilin dışında başka bir dil edinmeleri mümkün değildir. Daha ileriki yıllarda kişilerin ikinci bir dili konuşması, öğrenme ile olur. Beyninde konuşma merkezi olmadan doğan bir insan konuşamaz; çünkü onların doğasında dil yoktur. Sağır ve dilsizlerin durumu böyledir. Bunlar ne konuşur ne de işitirler. Dilin, insan varlığındaki öneminden dolayı anne ve babalar ilk önce çocuklarının fiziki bakımdan kusursuz olup olmadıklarına bakarlar, işitip işitmediklerini kontrol ederler; çocuk seslere tepki veriyorsa, işitiyordur; işitiyorsa, konuşur; demek, konuşma yeteneğine sahip bir çocukları vardır. Anne ve babaların bu dikkati insan varlığında dilin öneminden dolayıdır.
Toplum hayatında, doğumdan ölüme kadar hemen her anlaşma dil ve onun ürünleriyle olmaktadır. Sanat, edebiyat, kültür, eğitim, öğrenim, bilim, siyaset, yönetim, basın-yayın; gazete, radyo, televizyon... hepsi, sözlü veya yazılı olarak dille yapılır; insanlar, birbirleriyle ve toplumla dil aracılığıyla anlaşır. İnsanın, dil yardımıyla anlaşması, yaşadığı zamanla da sınırlı değildir, kendisinden önceki devirlerde yaşamış insanları anlaması ve kendisini sonraki çağlara anlatabilmesi de dille olmaktadır. İnsanlık tarihi; insanların, anlama ve anlatma çalışmalarının bir sonucudur. Dünyanın hangi devrinde ve neresinde olursa olsun medeniyet, kültür, sanat, edebiyat ve bilim adına ne yapılmışsa dil sayesinde olmuştur ve bundan sonra da yapılacaklar dil ile olacaktır.
(İsmail Aksaraylı. Türk Dili, 3. Baskı, Manisa, 2007, s. 9 - 12)
[1]Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, İst., 1972, s. 3.
[2]Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, 2. Baskı, Ankara, 2003, I. C, s. 51.
[3]Wilhelm Von Humbold
[4]Martin Heidegger
[5]Aristoteles, Ana Britannica, http://www.sonboyut.net/UNLULER/Aristoteles.HTM
[6]Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, Prof. Dr. Hamza Zülfikar, Prof. Dr. İsmail Parlatır, Prof. Dr. Mehmet Akalın, Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Prof. Dr. Necat Birinci, Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri, 6. Baskı, Yargı Yayınevi, Ankara, 2003, s. 24.
Medeniyet Dili, Türkçeleşmiş Türkçe, Zengin Dil
Tarih boyunca büyük medeniyetler kurmuş milletlerin dilleri de büyük olur. Medeni milletlerin dili hiçbir zaman saf değildir. Bu milletlerde “saf dil” diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü büyük devletlerin, çevrelerindeki devlet ve milletlerle ilişkileri fazladır. Bu şekilde medeniyetler de birbirine tesir eder. Medeniyetler ve kültürler; birbirleriyle münasebetleri, bunun neticesinde birbirlerine tesirleri dolayısıyla karşılıklı olarak kelime alış verişi de yaparlar. Bu bakımdan hiçbir büyük dil saf olamaz.
Meselâ Batı dillerinden Fransızca Frank milletine dayanır, 50-60 bin kelimelik Fransızca bir sözlük içerisinden Frankçadan gelen kelimeler 200'ü geçmez. Belki Fransızcada bulunan Türkçe kelimelerin sayısı bu miktardan fazladır. Fransızcaya Eski Grekçe'den, Latinceden kelimeler girmiş, Fransızlara dil bakımından atalarından miras fazla bir şey ulaşmamıştır.
İngilizcenin de üçte ikisi Fransız ve Latin menşelidir. Almanca, İspanyolca ve Portekizce içinde aynı durum söz konusudur. Bunların bir kısmı Latin dilleri grubundan bir kısmı da Germen dilleri grubundandır. Fakat hepsinin içerisinde Latince menşeli çok sayıda kelime vardır. Bu dillerde saf olarak kendi eski kelimelerden çok azının bugüne geldiği görülür.
Medenî milletler başka milletlerle temas ettikçe, dillerine başka milletlerin dillerinden kelimeler girer. Türkçe için de böyle olmuş. Türkçenin ilk devri, İslâmiyetten evvelki devri de tamamıyla sâf değildir. O devirde de Türkçeye Çinceden ve daha sonra Sanskritçeden kelimeler girmiştir. İslâm dinini kabul etmekle birtakım dini terimler Arapçadan girmiş, yine İran’a komşu olmamız ve edebiyat dili olarak kullanılması yüzünden Türkçeye Farsça kelimeler girmiştir.
Dildeki kelimeler malzemedir. Mühim olan bu malzemenin kullanılışıdır. Bu malzemelerle meydana getirilen eser, yapı mühimdir. Kelimeleri inşaat malzemesine benzetirsek, inşaat malzemesinin kendisi mühim değil, inşaat malzemesiyle ne yapılıyor, küçük bir bina mı yapılıyor, muhteşem bir eser mi meydana getiriliyor? Mühim olan budur.
Türkçe - Türkçeleşmiş
Dilde Türkçe kelimelerin yanında Türkçe olmayan fakat Türkçeleşmiş kelimeler de vardır. Bu kelimeler, Türkçenin yaşadığı tarihi seyir içerisinde meydana gelmiştir, bin senelik bir kullanıma sahiptir.Türkçede bazı kelimeler kök bakımından belki Türkçe değildir, fakat Türkçeleşmiş ve Türkçenin malı olmuştur.
Dil bakımından büyük medeniyetler meydana getirmiş milletlerin kültür dillerinde üç çeşit kelime vardır. Birisi; o milletin kendi öz malı olan kelimeler. İkincisi, çeşitli münasebetlerle başka milletlerden alınan kelimeler. Fakat bunlar bazı ses değişikliğine uğrar, şekil değişikliğine, mânâ değişikliğine uğrar, etraflarında mecaz kullanışları ve deyimler oluşur ve o milletin malı olur. Bir de yabancılığını muhafaza eden kelimeler vardır, bunlar başka dillerden girmiştir, fakat yabancılığını muhafaza etmektedir.
Zengin Dil
Kelime sayısının fazla olması dilin zenginliğini tam olarak göstermez. Dil kelime sayısı bakımından zengindir, fakat bu zenginlik için yeterli bir unsur değildir. Mesela: falan dil zengin bir dildir, atın, devenin, kılıcın, aslanın yüzlerce adı vardır, denilebilir; fakat bunlar arasında mânâ farklılığı bulunmuyorsa bu bir zenginlik değildir. O dilde çeşitli bölgelerde aynı varlığa değişik isimler verilmiş, hepsi de farklı seslerde aynı varlığı karşılamaktadır. Bu kelimelerin arasında anlam farkı bulunmadığından dile bir zenginlik katmaz.
İngilizce için de şu kadar kuş ismi, bu kadar bitki ismi var, İngilizce şu kadar zengindir, denilir. Bu kadar kelime olmasının sebebi, İngilizler sömürgelerinde ne görmüşse onu dillerine almalarıdır. Hindistan'da gördüğü bitkiye o dildekine benzer bir ad vermiş, orada gördüğü kuşun, hayvanın ismini aynen almıştır. Bu da dilin zenginliğinde ölçü değildir.
Zenginlik: bir dilin ifade kabiliyeti, ifade gücü var mı, yok mu, o zaman belli olur. Bunu da deyimlerin çokluğu sağlar. Bir dilde deyimler çoksa o dilin anlatış gücü fazla demektir. Mecaz kullanılışlar çok ise o dilde yine bir kudret var, demektir. Anlatış; fiillere dayandığı için fiil kalıpları zengin mi, değil mi, bunlara bakılır. Zenginliği bu şekilde ele aldığımızda Türkçenin çok zengin bir dil olduğu ortaya çıkar. Çünkü Türkçe deyimler bakımından çok zengindir.
Ayrıca Türkçede bilhassa fiil çekim kalıpları diğer dillerden fazladır. Türkçe, fiil çekimi bakımından dünyada en fazla imkâna sahip olan bir dildir Meselâ; “gelmişmişim” fiili, anlatılan geçmiş zamanın rivayeti oluyor. Yani, kendim bilmiyorum, başkası bana söylüyor, fakat o da görmemiş, o da başkasından duymuş söylüyor. “Gelmişmişim” gibi bir hareket anlamı dünyanın hiçbir dilinde tek bir fiilde anlatılamaz. Bir veya iki cümleyle anlatılır. Bu, Türkçenin bir zenginliğidir. Belki Türkçede kelime sayısı az; fakat Türkçede deyimler çok, mecazi kullanılışlar çoktur. Fiil çekimi bakımından ise, Türkçemiz bütün dillere göre en fazla çekim imkanlarına sahip, zengin bir dildir.
[1] Yazı, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın Dil Davası kitabından derlenmiştir
3 Temmuz 2008 Perşembe
Türkçe'nin delisi böyle olunur!
Türkçe'nin delisi böyle olunur!
Geçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır diyecektim. Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
- Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
- Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
- Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
- Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
- Ben Türkçe öğretmeniyim.
-Nerelisin amca?
- Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler.
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. Israr edip bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için. Razgradlı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
- Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
- Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
- Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
- Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
- Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
- Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
- Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
- Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
- Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
- Olsun o başka bu başka!
- Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
- A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
- Peki nerde kalıyorsun?
- Gültepe'de bir otelde...
- Kazancını ne yapıyorsun?
- Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
- Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
- Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman! Ben de kızıyorum bu sırada...
- Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
- Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor. "Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı! “Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar! 1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava götürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla götürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla... Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Ali ihsan yok!
2 Temmuz 2008 Çarşamba
Malûmatfürûşluk Adına Dil Cinayeti
Türkçe, günlük hayatta kullanıldığı şekliyle içler acısıdır. İnsanlık tarihinde böylesi mânâsız ve zararlı bir gidişin benzerini bulmaya imkân yoktur. Bir dil, her türlü ifadeye yeterli olduğu hâlde, insanlar onunla ifadeden âciz kalsınlar!.. Olacak şey değil. Ama gelinen sonuç maalesef bu. Artık nesiller birbirini anlamıyor. Dostluklar gerektiği gibi kurulmuyor. Arkadaşlar birbirlerine yabancı. Kullanılan her kelimeyi değişik mânâlara çekmek moda... Birazcık mürekkep yalamışlarımız malûmatfürûşluk adına dil cinayetleri işliyor. Dahası, dünyanın teknik çehresi, ister istemez dil hegemonyasıyla da kendini kabul ettirmekte. En kötüsü de halkın duyarsızlığı, ilgisizliği. Daha daha kötüsü, bu gidişe hız kazandırma gayretinde olanların hangi amaca hizmet ettiklerini bilmiyor -yahut bilerek yapıyor- oluşları. Televizyon kuruluyor, adı Show, gazete eki çıkarılıyor, adı TV Guide; mecmua çıkarılıyor, adı Rapsodi; gıda pazarı açılıyor, adı Şarküteri; şirket kuruluyor, adı Zeker (ortakları olan Zekeriya ile Ercan isimlerinin ilk hecelerinden oluşuyor imiş) ve daha bilmem neler... Tarihte Türkçe hiçbir dönemde böylesine bir drama maruz kalmamıştır. Bence devlet yahut belediyeler, herhangi bir işletme kurulurken ruhsat vermeden evvel isimlerini uzmanlara kontrol ettirmelidir. Nasıl nüfus idareleri çocuklara konulacak isimleri kontrol ediyorsa (!), her yeni doğan şeye ad konurken kontrolden geçmelidir. Eskiden seyyar satıcılar öncelikle ses sınavından geçirilir ve satıcılık yaparken kullandıkları cümleleri ilgili mercilere sunar, sonra sokakta -makam ve ahenk ile- bağırmaya hak kazanırlarmış. Şimdi sokak ilânlarından gazete yazılarına; televizyon spikerlerinden profesörlere kadar herkes birtakım dil yanlışları yapmakta. Artık halk ne yapsın!.. Kısacası Türkçe, günlük kullanımıyla da bir keşmekeşin içinde.
Prof. Dr. İskender Pala