16 Kasım 2008 Pazar

Türkçe'nin Kaybolan Sesleri

Türkçe'nin Kaybolan Sesleri

Haluk Şahin Radikal'deki köşesinde, internet hayatımıza girdi gireli, x ve w harflerinin etrafımızda cirit attığını, artık bu fiilî durumun alfabemizde resmiyet kazanması gerektiğini yazdı. Konuyla ilgili yazarların bir süredir tartıştıkları bu mesele, ister istemez mevcut alfabemizdeki bazı eksikliklerin de gündeme gelmesini sağladı. Taha Akyol da dünkü Milliyet'te, yirmi dokuz harfli alfabemizde yeterli harf bulunmadığı için Türkçenin kaybolan seslerinden söz ediyordu. Ünlü (vokal) bakımından çok fakir olan Arap alfabesiyle ünlüsü bol Türkçenin birlikteliği başından beri problemliydi. Şaşırtıcı olan, bu problemi giderme yolunda hemen hiç çalışma yapılmamış olmasıdır. Aynı alfabeyi kullanan öteki halklar, kendi dillerine has sesler için bazı işaretler kullanarak yeni harfler türettikleri halde, atalarımız böyle bir ihtiyaç hissetmemiş, Arapçada bulunmayan p, ç, j ve ñ ünsüzlerini (konsonant) ilâve etmek dışında, ıslahattan kaçınmışlardır. Doğrusu ben bu tuhaf zihin tembelliğini açıklamakta zorlanıyorum. 1928'de aslında köklü bir zihnî dönüşüm hedeflenerek yapılan harf inkılabının dayandırıldığı en önemli gerekçe budur: Arap alfabesiyle Türkçenin ses yapısı arasındaki kan uyuşmazlığı. Ancak yeni alfabede de aynı şekilde bazı seslerimizin yok sayıldığı nedense hep görmezlikten gelinmiştir. Çok kısa bir sürede hazırlanan ve kabul edilen modern Türk alfabesi, zamanla Türkçedeki bütün sesleri eksiksiz karşılayacak hale getirilmesi gerekirken mevcut şekliyle dokunulmazlık zırhına büründürülmüş ve bu yüzden birçok ses yok olmuştur.Yeni alfabe, dilimizdeki Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin imlâsında büyük sıkıntılar yarattığı gibi, aslî seslerimizi de tam karşılamıyordu. Mesela, el'i él'den, geç'i géç'ten ayırmamızı sağlayacak kapalı e unutulmuş veya gözden çıkarılmıştı. Aynı şekilde Türkçenin güzel ve zengin seslerinden biri olan deñiz, diñlemek, añlamak gibi kelimelerdeki genizden gelen ñ sesini karşılayacak bir harf de düşünülmemiştir. Bu harfe "onuñ defterini", "seniñ defteriñi" gibi kullanışlardaki ses farklılıklarını belirtmek için de ihtiyaç vardı. Arap alfabesinde kaf ve hı harfleriyle gösterilen sesler de Türkçenin eski ve aslî seslerindendir ve maalesef bugün yok olmuştur.Nurullah Ataç, Zeki Velidi Togan, Ömer Asım Aksoy, Necmettin Hacıeminoğlu gibi bazı yazarların ve ilim adamlarının işaret ettikleri bu problemlerin yeterince ve cesaretle tartışıldığı söylenemez*. Esasen, harf inkılabıyla hedeflenen zihnî dönüşüm, öncelikle tartışmayı ve mevcut olan üzerinde sürekli düşünerek mükemmele ulaşmanın yollarını aramayı gerektiriyordu. Halbuki, eskilerin Arap alfabesine giydirdikleri dokunulmazlık ve kutsallık zırhı, Lâtin asıllı yeni Türk alfabesine de giydirilmiştir. Kısacası, alfabe değişmişti; fakat zihniyet kalıpları devam ediyordu.Lâtin alfabesine geçen Türk cumhuriyetleri bizim hatalarımızı tekrarlamadılar. Mesela, Azeriler yirmi dokuz harfli alfabemizi olduğu gibi kabul etselerdi, yirmi-otuz yıl sonra, Azeri Türkçesi, kulağımıza musiki gibi gelen o güzel sesleri kaybederek Türkiye Türkçesinin yaşadığı trajik akıbeti yaşardı. Eski İstanbulluların konuştuğu Türkçenin Fransızca gibi son derece âhenkli bir dil olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Yeri gelmişken, Abdülhak Şinasi'den Geçmiş Zaman Fıkraları'ndan bir anekdot nakletmek istiyorum:"Paris'te metroda Halid Ziya ile Hamdullah Suphi birbirlerine rastgelmiş, bir hayli konuşmuşlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelmiş, mazur görülmesini rica ile, kendisinin dillerin musikisiyle alâkadar olduğunu ve hangi dille konuştuklarını sormuş. Türkçe olduğunu öğrenince, şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis olduğunu söylemiş. 'Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor, zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için ne uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!' demiş."Bugünkü Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Halid Ziya'ların, Hamdullah Suphi'lerin âhenkli Türkçesi değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz kakofonik bir Türkçedir. Maalesef!Bu "sorun", x'lerle, w'lerle, q'larla halledilebilir mi dersiniz?


* Nurullah Ataç, Söz Arasında'ki denemelerinden birinde şöyle diyor: "[...] Ne var ki bizim seslerimizi de göstermiyor. Genizden çıkardığımız ñ'yi göstermiyor, eskiden Arap yazısının hı'sıyla gösterdiğimiz sesi göstermiyor, bizim iki türlü e'miz vardır, birini göstermiyor. Buna gönlüm katlanamıyor".

Beşir Ayvazoğlu

Yine Türkçe

Yine Türkçe

Farsça'da şöyle bir söz vardır:

'Lafz, Lafz-ı Arab” est!Fars” şeker est!Türk” hüner est!' Yani söz denildi mi Arabca'dır! Farsça şeker gibi yumuşak ve akıcı bir dildir! Türkçe hünerdir! Öyle bir dildir ki konuşması özel beceri gerekdirir.

Tabii Türkçe derken -en azından ben- İstanbul Türkçesi'ni, onun da 'Babıali” ağzı'nı anlıyorum. Eskiden böyle bir Türkçe ve böyle bir ağız mevcuddu. Yaşlılar hatırlar. Bu lisan ile ve hem de aruzla şiir yazan Fransız, İtalyan, Hırvat, Sırp, Romen, Macar, Arab, Fars, Yunan, Ermeni ve daha irili ufaklı başka milletlerden pek çok ed”b vardır. Tunuslu Hacı Muhammed, 1559'da bitirdiği ünlü coğrafya kitabını yazdığı önsözde demişdir ki 'Ben bu kitabı Türkçe yazdım. Çünki bu dil bugün dünyaya hükmeder.'...

Taammüden

Demek ki Türkçe, bugün 'Neo-Tanzimatist', yani 'yanaşma' yani 'Avrupa Yalakası' birtakım 'aydınlarımız'(!) tarafından iddia edildiği üzere kıyıda köşede kalmış bir lisan değil, tam tersine bizzat onlar tarafından 'taammüden' kenara itilmiş ve ırzına 'tasallut' edilmiş bir 'sabık' dünya dilidir!.Daha doğrusu 'idi'...Türkçe'nin önemsiz olduğunu ileri sürerek kendi kifayetsizliklerini perdelemek isteyen 'TaksimTünel arası yazar ve çizerleri' bana lütfen şunu ”zah etsinler: Bugün bizim konuşduğumuz, yahut konuşduğumuzu sandığımız, 'İstanbul Türkçesi'ni en az 110-120 milyon insan (geniş Osmanlı kadrosu, Azeriler, Türkmenler, Ermeniler v.s.) anlıyor. Peki, bizim neden tek bir Nobel sahibi romancımız, şairimiz yok da ancak dört beş milyon insanın anlayıp yazdığı bir Norveççe'den yahut onbeş onaltı milyon insanın kullandığı bir Sırp Hırvatça veya on oniki milyonun dili olan Macarca'dan var? Bir milyar 300 milyon insanın konuşduğu Çince niçin 20. Yüzyıl boyunca tek bir uluslararası yazar yetişdiremedi? Yanılmayınız! 2000 Yılı Nobel Edebiyat Ödülü Sahibi Gao Xingjian 'Fransızca' yazar eserlerini...

Kemiyyet değil keyfiyyet

Demek ki bir dilin 'edebî' ve fikr' verimi', kaç kişinin o dilde 'çene çaldığı'ndan ziyade o dilin hangi 'düzeyde' kullanıldığına bağlı.Türkçe bugün, şahdamarına ustura yemiş bir cinayet kurbanı misali can çekişiyor. Fakat Türkçe'nin katlini 'münferid' bir hadise olarak telakkıy edersek yanılırız. Bana öyle gelir ki 'Türklük Organizması' aşırı yaşlanma sonucu artık 'hücrelerini yenileme' kaabiliyetini kaybetdi.Toplumlar, milletler, kavimler, medeniyetler hep aynı akıbete duçar oluyorlar önünde sonunda...Önce muhayyile silinip gidiyor... Sonra hafıza... Ve nisyan...En fecisi nedir, bilir misiniz?Unutacak bir şeyimiz bile kalmadı artık...Gelin de ölümsüz Cemil Meriç'i anmayın:'Argo kaanundan kaçanların dili! Uydurma dil tarihinden kaçanların!'...

Dünyanın en ahengli dili

Bundan 133 yıl önce (Arnavut asıllı!) Büyük Osmanlı entellektüeli Şemseddin Sami Bey şöyle yazıyordu:- Dünyada kulağa en ziyade hoş gelen dil İtalyanca veya Rumca'dır diyenler var. Lakin tecrübe edenler teslim ve itiraf ederler ki dünyada kulağa en hoş gelen ve anlamayanları bile meftun eden bir dil varsa o da İstanbul'da ve Devlet'in büyük şehirlerinde konuşulan Türkçe'dir.Türkçe 1880'lerden ”tibaren modernite yolunda zaten kendi iç dinamikleriyle adamakıllı yol katetmeğe başlamışdı. Selanik'de intişar eden 'Genç Kalemler' Mecmuası'nda Ömer Seyfeddin'in 1911'de yayınladığı Yeni Lisan makalesi bunun için bir 'manifestosu' gibidir.

Gaaib Cennet Türkçe

Yıl 1903... Mevki, Paris... Boulevard St. Michel'deki kafelerden biri... Eşhas: Yahya Kemal, Abdullah Cevdet, Abdülhal”m Memduh... Ekim yapraklarının havada mağlub pişmanlıklar gibi dönendiği kızıl güneş ışıklı bir ikindi üzeri...Aynı konuda birer mısra söylemeğe karar verirler.Almış Abdullah Cevdet: 'İsterim / ölmek deraguş eyleyip bir makberi.' (failatün, failatün...)Abdülhalim Memduh 'daha bir Türkçe' olacağı mülahazasıyla şöyle değişdirmiş: 'Bir kabri deraguş ederek / isterim ölmek.' (mef'ulü, mefa”lü, mefailü feulün)Şairin ifası, 'Bizimki', yani Yahya Kemal ise mırıldanıvermiş: 'Bir kabri ben kucaklayarak / ölmek isterim.' Bir 'hayır sahibi' tutup 'günümüz Türkçesi'ne çevirse de ne demek istediğini anlasak...Muhabbetle...

(Yağmur Atsız, Halka ve Olaylara Tercüman, 27 Ağustos 2004)

Zavallı Türkçe

Zavallı Türkçe

Bu yazının başlığını Zavallı Türkçe mi, yoksa Zavallı Türkler mi koyayım diye çok düşündüm. Öyle ya, güzelim Türkçe'yi zavallı yapan dilin kendisi değil, onu kullananlar, daha doğrusu kullanmasını öğrenememiş, bozuk-kötü-yanlış kullanılmasına aldırmamış olan Türkler'di.. Fazla uzağa gitmeyelim, sizin derginiz olan Aksiyon'da dahi -herhalde dikkatinizi çekmiştir- uzatma-inceltme işaretleri konusunda benim kadar ısrarlı olan yazar yok gibi. Kâğıt'lar 'kağıt', hikâyeler 'hikaye', nikâhlar 'nikah', vs. Oysa, hele bilgisayar çağında, değil şapka, istenen her türlü işaret konabiliyor harflere.. Ve bu, şuur sahibi milletlerin her şeyden önce önem verdikleri konu. Bilmem size anlatmış mıydım (daha önce anlatmışsam bağışlayın), böbrek ameliyyâtım münasebetiyle ABD'de bulunduğum sırada, benimle mülakat yapmak isteyen Turkish Daily News gazetesi muhabirini, 100 dolar verip bir Türkçe font almaktan üşendikleri ve 'Çeşme'yi 'Çeşme' yazmakta mahzur görmedikleri için reddetmiştim. 'Selâm'ı salam gibi 'Selam' yazan gazetenin muhabirini de aynı sebeple reddetmiş, 'Önce gazetenizin adım doğru yazın, sonra benimle konuşmaya gelin' demiştim. "Ama şapkalar kalktı!" (hemen savunmaya geçmeye, suçu başkalanna yıkmaya bayılırız ya!). Hayır efendim kalkmadı! Önce kalktı, sonra başanlamayınca yeniden kondu. Açın en son imlâ Kılavuzunu, kâr'ın şapkalı olarak yazıldığını göreceksiniz. Ama yıkmak, yıkıp yerine kolayı-ucuzu-kötüyü yerleştirmek o kadar kolay, bozulmuşu düzeltmek o kadar zor ki!..Peki, ne olur bu şapkaları kovmazsak? Nasıl olsa bilenler yine doğru okumazlar mı? Tabiî okurlar. Ama ya çocuklar, gençler, Türkçe'yi yeni öğrenenler? Onlar ne yapacak? Siz çevrenizde 'kâğıt'a 'kaat' diyen çocukları görmediniz mi? Canım, önce 'kaat' der, sonra öğrenir! Nasıl öğrenecek? Büyüklerinin (ve öğretmenlerinin) kâğıt yazdığını göre göre mi?!.. Nitekim, acı gerçek şu ki, dilimizi, doğru yazmadığımız için, uzun seslilere dilleri dönmeyen Ermeni vatandaşlarımız gibi, fonetiğini (yani mûsikîsini) bozarak konuşan, sadece çocuklar değil.


Geçtiğimiz 9 Ocak gece 3 haberlerinde, Atatürk'ün hayatını konu alan tiyatrodan bahseden NTV'nin hanım spikeri, Apik der gibi kısa a ile Raik Alnıaçık diyordu. Bu hanım 'Râik'in mânâsını bilmeyebilir, hattâ böyle bir ismi hayatında ilk defa duyuyor da olabilir. Ama elindeki kâğıtta doğru olarak Râik yazmış olsaydı, acaba bu hatayı yine yapar mıydı? Yıllar önce TRT spikeri de aynı umursamazlığın kurbanı olmuş, Sait Faik Abasıyanık'ın adını, 'kayık' der gibi Fayik şeklinde telâffuz etmişti.Arapça ve Farsça kelimelerle karışmadan önceki sert ve mûsikîsiz Türkçe, Karahanlılar'a (yani İslâma) kadarki, 'budun', 'uruldı', 'küvrük' örneklerindeki gibi sadece açık ve kapalı heceleri olan bir dildi. Ama o dil öyle kalmadı, kalamazdı. Önce İslâm'ın, sonra tasavvufun, sonra büyük bir medeniyyetin ve imparatorluğun dili oldu. Daha önce olmayan kısa ve uzun heceler açık ve kapalı hecelere katılarak dili zenginleştirdi. Böylece hem sözlük, hem ahenk bakımından muhteşem bir ifade gücü ve ses mimarîsi meydana geldi, içinde pek çok kelimesi bulunmasına rağmen, ne Arabm, ne Acemin anlayabileceği bu muhteşem dili bin yıl konuşmuş olan bir medeniyyetin çocukları olarak, biz artık 'Konya'da der gibi 'dünyada' diyemeyiz; böyle yazsak bile bunu 'dünyâda' diye okuruz. 'Bayatın' der gibi 'hayatın' diyemeyiz; böyle yazsak bile bunu 'hayâtın' diye okuruz. 'Sararın' der gibi 'kararın' diyemeyiz; böyle yazsak bile 'karârın' diye okuruz. Said'in a'sı kısadır, ama Fâik'in a'sı uzundur; onun için 'kayıp kayık' der gibi 'Sayit Fayik' diyemeyiz. Fayik gibi Rayik'in de hiçbir mânâsı yoktur; ama Faik 'üstün', Râik 'sade, saf, hâlis' demektir, sevgili spikerlerim!..Bazı kimseler, dilimizin 70 yıldır içinde yüzdüğü keşmekeşi adetâ savunur gibi, "Ne yapalım, derler, Türkçe'nin fonetik imlâsı henüz kesinleşmiş değil ki!.." Bu savunma, yaptığı hırsızlıkları kahramanlığının belgesi olarak gösteren çingeneninkine benzer (Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler). Uzun okunması gereken hecelere şapka konmamışsa, zavallı genç spiker ne yapsın? Bana sorarsanız, ne istiyorsa onu yapsın, ama spikerlik yapmasın! Çünkü, güzel konuşma ile ilgili bütün sanatlar gibi, spikerlik de bir kulak işidir. Osmanlıca kelime ve deyimler, yerlerine çirkin ve bozuk karşılıklar uydurula uydurula 70 yıllık savaş sonunda gündelik kullanımdan düşürülmüştür; ama en azından isimlerimizden hiçbir zaman silinemeyecektir (Türkler çocuklarına Müjgân, Lâle, Nâlân vb. isimler koymaya devam ettikleri sürece, Dalan der gibi Nalan da yazsalar, inceltmeli-uzatmalı şekliyle telâffuz edeceklerdir). Bir kimsenin kulak kabiliyyeti yoksa, doğru telâffuz konusunda en ufak bir kaygı ve merakı da olmasa, bu ülkede spiker olabilir. Olur ama, elindeki baştan savma yazılmış kâğıda mahkûm kalır ve gülünç olmaktan kurtulamaz. "Aman, kim anlıyor ki?" deyip geçmek en kolay savunmadır, biliyorum. Ancak bu, gülünç olmayı mühimsememenin de ötesinde, artık utanmayı da unutmuş olanların savunmasıdır. Ne diyelim?...


(7Mart 1998) Çinuçen Tanrıkorur