28 Haziran 2008 Cumartesi

Bahtiyar Vahapzade'den Mektup

Bahtiyar Vahapzade’den Mektup

Fikirdaşım, meslektaşım, kardeşim Namık Kemal Bey!

´Türk Olmak´ kitabınızı büyük hevesle,taktir ederek okudum. Okudum demek hata olur, su gibi içtim. Bu kitabınız,benim Azerbaycan´da yaptığım 50 yıllık mücadelenin aynısıdır. Fikirlerimizin, kaygı ve dertlerimizin ne kadar yakın olduğuna hayret ettiğimi söylemeliyim.

Ben sizi uzun bir zamandan beri tanıyor ve sizinle aynı dertlerde yaşadığımızı biliyordum. Hayret etmemin sebebini ise sizin kitabınızın 69. sayfasında ismimi vermeden ´Azerbaycanlı değerli bir şair bana şöyle demişti: Bize Ruslar baskı yaptı, dilimize Rusça kelimeler doldurdular, dilimizi unutturup Rusçayı ön plana çıkarmaya çalıştılar. Peki size kim baskı yaptı? Biz sizi örnek almak istiyoruz. Siz neden kendinizi örnek almıyorsunuz? Dilimizin bayrağını yükseklere kaldırmak sizin göreviniz değil midir?´ diyerek benden bahsetmeniz oluşturuyor.

Evet dostum. Birkaç yıl önce ben size bu soruyu sormuştum. Biz, iki yüz yıl Rusya´nın baskısı altında yaşadık. Bunun için ana dilimiz de, kendimiz gibi baskı altında kaldı. Bu yıllar içinde biz, ana dilimizin tabii hakkını korumaya çalıştık. Ben ta 1954 yılında yazdığım ´Ana Dili´ adlı şiirimde şöyle demiştim:

´Ey kendi öz dilinde konuşmayı ar bilen Akidesiz yobazlarRuhunuzu okşamaz koşmalar, telli sazlar,Bunlar ver benim olsun.Ancak vatan ekmeği sizlere ganim olsun.´

Elbette o zamanlar, bu şiir üst makamların hoşuna gitmedi ve bu şiir yüzünden başıma çok belalar geldi. Ben başıma gelen bu belaları, tabii bir hadise kabul ediyordum. Çünkü ben Rus´un kölesi idim. Ama Allah´a bin kere şükürler olsun ki, Anadolu Türkleri, tarihin hiçbir döneminde hiçbir halkın kölesi olmamıştır. Eğer bu bir gerçekse, peki neden büyük imparatorluklar kurmuş Anadolu Türkleri, bugün kendi milli varlıklarına düşman kesilmiş; bülbül nağmesine benzeyen Türk dilinin bekâretini bozuyor, ona baskı yapıyor? Türkçe´yle klasik eserler ortaya koyan Nesimi, Nevai, Mahdumkulu, Fuzuli, Sabir ve M. Akiflere bu dil uydu da, şimdi bize uymuyor mu? Niçin kendi kendimize kelimeler uyduruyoruz? Kim bu hakkı bize vermiş? Dilin sahibi bireyler değil, millettir.

Bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduktan sonra bir taraftan yavaş yavaş ortak dile gitmeyi düşünüyoruz, diğer taraftan ise siz, Türkiye Türkleri, hepimiz için ortak pek çok kelimeyi dilinizden kovuyor, uyduruk sözler üretiyor, aramızda uçurum yapıyorsunuz. Bunu nasıl anlayalım? İşte benim hayretimin sebebi budur. Sizin yazdığınız gibi ben de Ankara´nın, istanbul´un sokaklarından geçtiğim zaman, bu şehirlerin Londra mı, New York mu, yoksa İstanbul mu olduğunu anlayamıyorum. Reklamlar, dükkânların ve bazı idarelerin adları, hatta uçakların üzerinde ´Türk Hava Yolları´ yerine ´Turkish Airlines´ yazılıyor. Türk Hava Yolları´nın dergisinin adı ´Skylife´. İşte ben buna hayret ediyorum.

Bundan başka bir de Türkiye´deki eğitimin İngilizceleşmesi beni üzüyor. Sizin isnat ettiğiniz büyük bilgin Oktay Sinanoğlu´nun Türkiye´deki eğitim üzerine yazdığı birkaç makaleyi okumuştum. 1996 yılının Aralık ayında, Türkiye´de tedavi gördüğüm zaman Aydınlık gazetesinin 8 aralık 1996 sayısında Oktay Sinanoğlu´nun ´Bir ülkeyi köle yapmak istiyorsanız eğitimini yabancılaştırın´ makalesini ve bu yıl Türk Edebiyatı Dergisi´nin 293. sayısında ´Eğitim mi, Eritim mi?´ başlıklı makalelerini okuyunca bu büyük şahsiyetin kalben bana ve benim fikirlerime ne kadar yakın olduğuna hayret ettim.Oktay Sinanoğlu, yabancı dilde eğitimin Türk milleti için ne kadar büyük bir facia olduğunu fark etmiş ve gerekli yerlere uyarı mesajı göndermiştir.

Siz kitabınızda, Türk olmanın ne büyük bir şeref olduğunu, şiir kadar duygu ve heyecan dolu cümlelerinizle çok güzel açıklıyorsunuz: ´Türk demek, Hunlar, Göktürkler, Sakalar, Avarlar, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular, Babürlüler´ demektir. Nihayet Türkiye Cumhuriyeti demektir. Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan Cumhuriyeti demektir.

Türk demek binlerce yıldan beri dalgalanan bayrak demektir. Türk demek, tarih boyunca başı dik olmak demektir. Türk demek on milyon metrekare toprağa yayılmış rengârenk bir dil demektir. Türk demek insanlığın bilim ve edebiyat tarihine Kutadgu Bilig´i, Divan-ı Lügat´it Türk´ü, Divan-ı Hikmeti, İbni Sina´yı, Farabi´yi, Biruni´yi, El Harezmi´yi, Uluğ Bey´i, Ali Kuşçu´yu, Oktay Sinanoğlu´nu, Cengiz Dağcı´yı, Cengiz Aytmotov´u hediye etmiş bir büyük dünya demektir. Nihayet şu sonuca varıyorsunuz: ´Bizi Türk yarattığı için Allah´a şükürler olsun… Ne mutlu Türk´üm diyene.´

Bütün bunları bize hatırlatmakla, büyük şahsiyetlerimizi bize tanıtmakla siz ikinci Göktürk saltanatının kurucusu büyük atamız Bilge Kağan´ın söylediği meşhur sözleriyle bizi kendimiz hakkında düşünmeye çağırıyorsunuz. Daha bundan 1400 yıl önce Bilge Kağan şöyle demiş; ´Ey Türk Beyleri, Milleti işitin. Yukarıda mavi gök çökmedikçe, aşağıda kara toprak yarılmadıkça senin elini, senin töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti silkin ve kendine dön. Sen kendine dönünce büyük oluyorsun.´

Demek kendinden kaçmak, kendini beğenmek, başkasını büyük, kendini küçük görmek belası daha o zaman da varmış! Demek Mete, Bumin, Bilge, İstemi, İlteriş Kağanlar, büyük Osmanlı Sultanları ve yukarıda adlarını saydığımız bilim adamlarımız olmasaydı, biz tarihin dönemeçlerinde çoktan kaybolup gitmiştik.

Bununla beraber, çok eskilerden bizim damarlarımızdan akıp, bugüne kadar devam eden kendine, kendi milli varlığına yabancılık, kendini küçük, başkasını büyük görmek belası da ne demektir? Niçin biz bu hastalığa tutulduk? Büyük bilginlerimiz, psikologlarımız, tarihçilerimiz, filologlarımız, filozoflarımız bu belanın sebeplerini ve köklerini araştırmalı, buna karşı savaş ilan etmeli, içimizde yaşayan kendine, kendi milli varlığına yabancılaşmak hastalığından bizi kurtarmalıdır.

Elbette, ne siz, ne Oktay Sinanoğlu, ne de ben yabancı dillerin öğrenilmesine karşı değiliz. Ama yabancı diller, yalnız ve yalnız ana dilin aracılığıyla öğretilmelidir.

Ben anlayamıyorum, nasıl olur da ömrünün uzun yıllarını vatanından uzak, Amerika´da yaşayan Sinanoğlu, düştüğümüz bu belayı görebiliyor, ona çare arıyor da, Türkiye´de, Azerbaycan´da ve diğer Türk Cumhuriyetleri´nde bu belanın içinde yaşayanların büyük bölümü ise, bu konuda hiç düşünmüyor bile…

Sovyetler Birliği sömürüsü döneminde Azerbaycan ve Rus baskısında olan diğer Türk Cumhuriyetleri´nde devlet işleri, yazışmalar, toplantılar yalnız Rusça yapıldığından, Rusça´yı iyi bilmeyenler yüksek makamlara ulaşamıyor, onlara iş verilmiyordu. Bunun için de ebeveynler evlatlarını ana dilde eğitim yapan okullara değil de, Rus okullarına veriyorlardı. Sonuçta bu cumhuriyetlerde ana dilde eğitim yapan okulların sayısı her yıl biraz daha azalıyordu. Rus okullarında eğitim gören çocuklar ise, Rus tarihini ve edebiyatını, Rus gelenek ve göreneklerini, yani Rus maneviyatını biliyor, o okullardan tam bir Rus olup çıkıyor, kendini, kendi tarihini ve edebiyatını, maneviyatını bilmediği için kendi milletine düşman kesiliyor, kendini küçük, Rus´u ise büyük görüyordu.

Bu yakınlarda Rusça eğitim görmüş Rus kafalılar Bakü´de ´Monitor´ adlı Rusça dergi yayımlamaya başladılar ve bu dergide bizim, millet değil, kabile olduğumuzu yazdılar. Bildiğiniz gibi, biz bağımsızlık uğruna mücadele verdiğimiz zaman, Ermeniler, Ermenistan´da yaşayan Azeri Türklerini kovunca, biz de Azerbaycan´da yaşayan yarım milyon Ermeni´yi Azerbaycan´dan çıkardık. Gidenlerin yerine Karabağ´dan ve Ermenistan´dan kovulan Azeri Türkleri Bakü´ye yerleşti.

Yukarıda bahsettiğim ´Monitor´ dergisinin etrafındaki Rus kafalı gençler, Rus ve Ermenilerin Bakü´den gitmelerine üzülüp, bunu bizim için felaket sayıyorlar. Onların akidesine göre Bakü´de yaşayan Rus ve Ermeniler bizi medenileştirmiş, ama Karabağ ve Ermenistan köylerinden Bakü´ye taşınan Azeri Türkleri, şimdi bizi geriye götürüyor, başkalarından kazandığımız kültürü bozuyorlarmış.

En korkuncu da şudur ki, onların fikrince biz, hiçbir zaman Türk olmamışız. Ermeni çevresinde yaşayan Azerileri, Ermeniler, ´Türk´ diye adlandırmış, bunun için de onlar kendilerini Türk saymış ve Bakü´ye taşındıktan sonra da, onlar bize, yerli Azerilere Türk olduğumuzu söylemişler. Yalnız bundan sonra biz, Azeriler de kendimizi Türk adlandırmaya başlamışız. Cahilliğin derecesini görüyor musunuz? Aslında ben onları kınamıyorum. Çünkü onlar ana dilde eğitim yapan okullarda tahsil görseydiler, bizim klasiklerimizi: Fuzuli´yi, Nesimi´yi, M.F.Ahundzade´yi, Celil Memmedkuluzade´yi ve Sabir´i okusaydılar, bu dahilerin hep Türk olduklarını yazıp Türk oldukları ile övündüklerini bilirlerdi. Bunun gibi Rus köleliğinde olduklarından, Rusça eğitim gören Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Tatar gençleri de Türk olduklarına tam manasıyla inanmıyorlar ve bizim felaketimiz de buradan başlıyor.

Moskova Ruslaştırma tohumunu öyle serpmiş ki, aynı Rus kafalılar bugün bizim istiklalimize karşı çıkıyor, gözünü Moskova´ya çevirip yeniden onlarla birleşmemiz için çalışıyorlar.

Bunları anlıyorum. Defalarca size ve diğer Türkiyeli kardeşlerimize söylediğim gibi, bizim felaketimizin sebepleri açıktır. Peki size, tarih boyunca hiç köle olmamış (Allah hiçbir zaman göstermesin) Türkiye Türklerine ne oldu da, kendi kökünüzden, milli varlığınızdan ayrı düştünüz? Siz bunun için hiçbir şekilde bahane gösteremezsiniz. Çünkü suç kendinizdedir. Bunu siz de itiraf ediyorsunuz: ´Kültürü ile barışık olmayan bir toplumuz. Hâlâ kendi kendimizle savaşmayı bir türlü bitiremedik.´

Şimdi siz, bugün yabancı dille eğitimin, bir milleti nasıl rezil ettiğini bizim şahsımızda görüp, bizden ders almalı, yabancı dille eğitime karşı mücadele etmelisiniz. Burada büyük Atatürk´ün meşhur sözünü hatırlatmak yerinde olur: ´Milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlere yem olurlar.´

Kitabınızda haklı olarak ´çağdaş değişimi uygulamanın kurumsal yolunu, mümkün olduğunca kendi geçmişine yönelmede´ görüyorsunuz. Çünkü ilerlemek için, geriye bakmak gerekir. Çok doğru olarak gösteriyorsunuz ki: ´Japonlar, kendi milli kültürlerine dayalı olarak kalkındılar ve milli kültürlerini, kalkınmalarının güç kaynağı olarak değerlendirdiler.´

Evet, Japonlar, bilgisayarı hazır olarak almadılar, kendileri kendi bilgisayarlarını yaptılar. Japonların otomobillerine dikkatle bakarsanız,insan gözlerine benzeyen önde yanan farların dış görünüşüne kadar otomobilin kendilerine benzediğini görürsünüz.

Benim Türkiye´den istediğim şu: Türkiye kendine benzer kendi bilgisayarını, kendi otomobilini, kendi füzesini yapsın. Batı´nın tekniğini olduğu gibi almasın. Bu, büyük bir milleti taklitçiliğe götürür.Tekrar eğitimin yabancılaştırılmasına dönelim. Sizin şu görüşünüze de kalbimle katılıyorum: ´Bilim ve teknik yöntemleri evrenseldir… Türkiye´nin de kendi bilim ve tekniğini geliştirmesi, kendi amaç ve gayelerinden sapmaması gerekmektedir. Eğitimi başka dilde yaptıran, gençlerinin düşünme kabiliyetlerini her gün bu şekilde kirleten, her gün onlara sömürge evladı ruhu, acenta kafalılık ve aşağılık duygusu aşılayan bir ülke bunu yapamaz. Gereken yabancı diller, her yerde olduğu gibi ayrıca öğrenilebilir. Ama kendi dilini kaldırıp atmak, gafletlerin en büyüğüdür.´

Benim eserlerimi Rusça´ya çeviren Moskovalı şair Rimma Kazakova bir gün bana, ´Siz ana dili konusunda niye bu kadar çok yazıyorsunuz?´ diye sordu. Ben, ona ana dilimizin eriyip yok olma tehlikesi içinde olduğunu söylediğim zaman beni anladı ve bu belanın sebebinin yabancı dildeki eğitim olduğunu belirtti ve ´Geçen asırda bu belaya bizim aydınlarımız da tutulmuş, L.Tolstoy ve K.D. Uşinski gibi yazarlarımız ve bilginlerimiz bu akına karşı çıkmışlar´ diye ilave etti. Ertesi gün o,bana ünlü Rus eğitimcisi Uşinski´nin ´Ana Dili´ adlı kitabını getirdi. Ben bütün gece o kitabı okuyup, bir milletin varlığı için ana dilinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu bir daha anladım. Sizin gibi Batılılaşma siyasetine uyan Rus aydınlarının, Rusya´da Fransız ve Alman mektepleri açıp evlatlarını yabancı okullara vermeyi kendilerine şeref saydıklarını bir kere daha gördüm. O zaman bu meselenin millet için tehlike olduğunu bilen büyük eğitimci Uşinski yazıyor:

´Ana dilinde bütün millet, onun varlığı, manevi dünyası zuhur ediyor. Vatanın seması, iklimi, havası, çölleri, dağ ve bozkırları, orman ve çayları, fırtına ve kasırgaları, halk ruhunun yaratıcılık kudreti ile ana dilinde fikirlere, şekillere ve seslere dönüşüyor. Halkın elinden her şeyini alırsanız o, onların hepsini geri getirebilir. Fakat onun elinden ana dilini alırsanız, hiçbir zaman onu bir daha oluşturamaz. Halk kendine yeni bir vatan da yapabilir. Ama ana dili yoksa, millet de yoktur; vatan da…´

Bundan sonra bilgin, yabancı mekteplerde eğitim gören çocukları ´manevi özürlü´ olarak adlandırır ve böylelerinin vatan ve millet için gerçek evlat olamayacağını, halkı anlayamayacağını, dille beraber eğitim gördüğü Fransız veya İngiliz karakterini yansıtacağını belirtiyor. Sonra da bu manevi özürlülerin herhangi bir idarede çalıştıkları zaman ´Yüzlerine ne kadar vatanperverlik maskesi taksalar bile yine de vatansız, zavallı bir adam olarak kalacaklarını´ ilave ediyor.

Bu bir millet için felaket değil mi? Bunun büyük felaket olduğunu gören Ermeni parlementosu, 1996 yılında Ermeni çocukların Rus okullarında eğitim görmesini yasakladı.Sizin kitabınızdan da konuyla ilgili Fransa parlamentosunun ´Fransız dilinin kullanımına ilişkin 4 Ağustos 1994 tarihli bir yasa´ kabul ettiğini öğrendim. Ben, böyle bir yasayı Türk Cumhuriyetleri´nden, aynı zamanda Türkiye ve Azerbaycan parlementolarından da bekliyorum.

Benim çok sevdiğim rahmetli Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş´ın da bu konudaki fikirleri benimkiyle aynıdır: ´Dil meselesi, bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, tarih kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden önemlidir. Dil olmayınca, millet olmaz, milliyet olmaz. Milli kültürün baş unsuru dildir.´

Aziz kardeşim Namık Kemal Bey, sizin kitabınızı okuyup bitirdikten sonra, kitabınızın son sayfasına şu sözleri yazdım: ´Türk olmak, doğmak kadar kolay. Ama bizim zamanımızda, gerçek anlamda bir Türk olmak, atalarımızın şerefli adlarına layık yaşamak çok zor!´

Sözümün sonunda yüzümü büyük Türkiye´ye çevirerek diyorum: Ey şanlı tarihe sahip olan büyük Türkiye! Unutma ki, biz seni kendimiz için örnek biliyoruz. Bunun için de sınır sınıra yaşadığın büyük Türk dünyasını perişan etmeye, sana dikilen gözleri kapatmaya, sana beslenilen ümitleri yok etmeye senin hakkın yok. Ortak atamız Bilge Kağan´ın sözlerini kulaklarına küpe yap: ´Ey Türk, silkin ve kendine dön!´

Bahtiyar Vahapzade -1 Nisan 1998

İlk Yapma Dil: Bâleybelen / Dücane Cündioğlu

İlk Yapma Dil: Bâleybelen


Yıllar önce düşünce geleneğimizde "dilin kutsallığı" ve "kutsal dil" (lingua sacra) konusunu incelemiş ve klasik metinlerde geçen tanıklıkları toplayarak okura bu konuyla ilgili geniş bir seçki sunmaya çalışmıştım. (Bu çalışmamın yer aldığı kaynak için bkz. "Anlamın Buharlaşması ve Kur'an/Hermeneutik Bir Deneyim II", İstanbul, 2005, Kaknüs Yayınları)


"Kutsal dil" denince, akla insanoğlunun ilk dili geliyordu ister istemez: İlk dil...

İnsanoğlunun macerası, bir diğer deyişle evveliyatı cennet'e kadar geri gittiğinden, bu "ilk dil", bir çırpıda "cennette konuşulan dil" anlamı kazanmış ve bu konuda bazı siyasî hâdiselerin de etkisiyle kutsal dil'i, ilk dil'i, cennet dilini belirlemek, uzun asırlar boyunca üstesinden gelinmesi gereken bir mesele haline dönüşmüştü.

Kur'an'ın dili Arapça'ydı; pek tabii ki Efendimizin (s.a) dili de... Dolayısıyla 'kutsal', yani 'ilk' dil sözkonusu olduğunda Arapça'nın akla gelmemesi düşünülebilir miydi? Elbette hayır!
Bakınız rivayet mecmuaları bu sorunu nasıl halletmek yoluna gitmişler?

Hz. Adem'in cennet'teki dili Arapça idi. Ancak Adem isyan edince, Allah ondan Arapça'yı aldı, o da Süryanice konuşmak durumunda kaldı. Tevbe edince de Allah tekrar ona Arapça'yı verdi.

Cennet ehlinin dili Arapça'dır, onlar Allah'ın huzurunda Arapça konuşurlar.

Arapları üç sebepten ötürü seviniz: Ben Arabım, Allah'ın Kelâmı Arapçadır ve cennet ehlinin dili Arapçadır.

Bu rivayetlere mukabil İranlılar dururlar mı, onlar da hemen Arap ve Arapça karşıtı rivayetler üretmişler:

Arş'ı taşıyan melekler, bir inci gibi zarif olan Fars dilini konuşurlar.

Allah, içinde kolaylık bulunan birşeyi murad ettiğinde, onu mukarreb meleklerine bir inci gibi zarif olan Farsça'yla vahyeder.

Arş'ın etrafında konuşulan dil Farsça'dır. Allah, içinde kolaylık bulunan birşey vahyedeceği vakit, onu Farsça vahyeder, eğer içinde zorluk bulunan birşey vahyedecekse bu sefer Arapça vahyeder.

Allah gazab ettiğinde vahyini Arapça, râzı olduğunda ise Farsça inzâl eder.

Allah bir kavme rahmet göndermeyi murad ettiğinde, onu Mikâil ile birlikte Farsça gönderir. Bir kavme belâ göndermeyi murad ettiğinde ise, onu Cibril ile birlikte Arapça gönderir.

Bazıları da ikisinin ortasını bulmayı denemişler:

Cennet ehlinin dili, Arapça ile bir inci gibi zarif olan Farsça'dır.

İranlıların bu rivayetlerine karşı Arapça yanlısı olanlar da tekrar karşı saldırıya geçmişler:
Allah'ın en nefret ettiği dil Farsça'dır. Şeytanlar Huzistanlıların, Cehennemlikler Buharalıların [Türklerin], Cennetlikler ise Arapların dilini konuşurlar.

Allah'ın en nefret ettiği dil Farsça'dır.

Arapça'yı güzel konuşabilenleriniz, sakın Farsça konuşmasınlar! Aksi takdirde nifaka vâris olurlar.

Farsça konuşan kimsenin fesatçılığı artar, mürüvveti azalır.

Araplar ve İranlılar meydanı alır da Türkler dururlar mı, onlar da Türkçe'nin üstünlüğü için rivayetlere sığınmışlar. Nitekim Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugat'it-Türk adlı eserinin girişinde şöyle diyecektir:

And içerek söylüyorum, ben, Buhara'nın ?sözüne güvenilir? imamlarından birinden ve başkaca Nisaburlu bir imamdan işittim, ikisi de senedleriyle bildiriyorlar ki: Yalvacımız [Peygamberimiz] Kıyamet belgelerini, âhir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin çıkacaklarını söylediği sırada "Türklerin dilini öğrenin; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır." Bu hadîs sahih ise ?sorgusu kendilerinin üzerine olsun? Türk dilini öğrenmek gerekli bir iş olur; yok, bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder.

"Dilsizlere dil veren" Muhyî-i Gülşenî'nin icad ve keşf ettiği, bilinen ilk yapma dil olan "Bâleybelen" de bu kutsallık mücadelesinde kendi hakkını arayan dillerdendir. Ve bir "şifre dil" olmak itibariyle insanlık tarihinde hâlâ emsalsizdir.

Değerli ilim adamı Mustafa Koç'un hayranlık uyandırıcı gayretlerle ve büyük fedakârlıklarla yayıma hazırladığı "Bâleybelen: İlk Yapma Dil" (İstanbul, Haziran 2006) adlı muhteşem eser, bu konunun meraklılarının susuzluğunu giderecek denli büyük bir okyanus; yani hem geniş, hem derin.

Mustafa Koç'u heyecan ve hararetle tebrik ediyor ve memleketimizde hâlâ böylesine deli sevdaların peşinden koşacak denli âşık-ı sâdıklar bulunduğu için Hakk'a şükrediyorum.

Dücane Cündioğlu-09 Temmuz 2006 Pazar/ Yenişafak

27 Haziran 2008 Cuma

Dil Nedir?/Muharrem Ergin

Dil nedir?

Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.

Tabiî bir vasıta

Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıtadır. İnsanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini, hükümlerini birbirlerine nakletmek, meramlarını birbirlerine anlatmak için dil denilen vasıtaya başvururlar. Fakat dil insanların kullandığı herhangi bir vasıtaya benzemez. Onun vasıtalığı sadece anlaşmayı temin etmesi bakımındandır. Fertler ve nesiller arasında anlaşma vasıtası olarak iş görür. Fakat bu işi görürken daima müstakil bir hüviyete sahiptir. İnsanlar ona istedikleri gibi hükmedemezler. Onu olduğu gibi kabul etmeye, onu bir vasıta olarak kullanırken onun hususiyetlerine dikkat etmeye, onun tabiatına uymaya mecburdurlar. Çünkü dil sun’i bir vasıta, maddî bir vasıta, bir alet değildir. O tabiî bir vasıtadır.Vasıta vazifesi görür, fakat tabiî bir varlığı vardır. Dil bu bakımdan canlı bir vasıtaya benzer. Meselâ at da bir vasıtadır, otomobil de bir vasıtadır. Fakat insan otomobile istediği şekilde hükmedebilir, at karşısında ise ancak onun tabiatına uygun hareket etmek zorundadır. Otomobile istediği şekli verir, onun biçimini istediği şekle sokar, onu istediği gibi kullanır, isterse uçuruma sevkedebilir. Fakat atın biçimini değiştireme, onu istediği gibi kullanamaz, istediği yere sevkedemez başını kesseniz ata korktuğu yerde bir adım attıramazsınız. İşte diln vasıtalığı böyle bir vasıtadır, atın vasıtalığı gibidir. Anlaşmayı sağlamak bakımından bir vasıta gibi iş görür, fakat tabiî bir varlığa sahiptir.

Canlı bir varlık

Tabiî bir varlık olan dilin kendine mahsus bir takım kanunları vardır. Bunlar dil kaideleridir. Dil kaideleri dilin yapısına hakim olan, dilin bünyesinden ve temayüllerinden doğmuş bulunan birtakım prensiplerdir. Bunlar dille birlikte mevcut olup onun yapısının hususiyetlerini ifade ederler, temayüllerinin istikametlerini gösterirler. Dil canlı bir varlıktır. Zaman zaman birtakım değişiklikler, kendi bünyesinden doğan çeşitli sebeplerle bazı gelişmeler gösterir. Bu değişiklikler, kendi bünyesinden doğan çeşitli sebeplerle bazı gelişmeler gösterir. Bu değişiklikler ve gelişmeler ona, uzun tarihi boyunca, daima serpilen ve zaman içinde akıp gelen bir manzara verirler. Bu yüzden dilin tarihinde bir takım merhaleler, bir takım gelişme safhaları göze çarpar. Fakat bütün bu değişlikler ve gelişmeler dil kaideleri çerçevesinde cereyan ederler. Dile yeni kelimeler kazandırmak için dışarıdan yapılacak müdahalelerin de daima bu kaideler çerçevesinde olması gerekir. Kendi kanunlarına aykırı zorlamaları dil hiçbir zaman benimsemez. Canlı bir varlık olarak yapısı, fertlerin ve cemiyetlerin istedikleri şekilde karışmalarına müsait değildir. Onun cemiyetlere ve fertlere tâbi olmayan bir nizamı vardır. Bu nizamı meydana getiren şey kendi kanunları, kendi kaideleridir. Bu kaideler dışına çıkacak bir müdahale dile hiçbir şey kazandırmaz. Dil ancak kendi bünyesine uygun normal bir müdahaleyi kabul eder. Normal bir müdahale ise sadece dilin tabiî gelişme yolunu açık tutmaktır. Yani dışarıdan bile, ancak, dilin tabiî gelişmesini önleyen bir durum varsa, müdahale edilmelidir. Zira bazan bünyesini saran yabancı unsurlar, zararlı otlar gibi, dilin tabiî gelişmesine engel olurlar. Böyle durumlarda dilin tabiî gelişme yolunu açık tutmak için yabancu unsurları temizlemek üzere dile dışarıdan yardım etmek mümkündür ve lâzımdır. Böyle bir yardım ise ancak dile kendi kaideleri içinde kalarak yanaşma şartı ile faydalı olabilir. Çünkü dil kendi kanunları, kendi kaideleri içinde gelen canlı bir varlıktır.

Gizli antlaşmalar sistemi

Dil bir gizli antlaşmalar sistemidir. Canlı ve cansız varlıklar, mefhumları, hareketleri karşılayan kelimeler üzerinde, kelimelerin birbirleri ile münasebetleri ve fikirleri anlatmak için yapılan kelime sırası üzerinde bir cemiyetin, bir kavmin, bir milletin bütün fertleri gizli anlaşmalar, gizli sözleşmeler yapmış durumdadırlar. Bu suretle bir cemiyetin bütün fertleri bir varlığı hep aynı kelime ile karşılarlar. Meselâ bütün Türkler bildiğimiz sert cisme taş, suya su, ışığa ışık demek için âdeta sözleşmişlerdir. Bu sözleşmeyi, bu gizli anlaşmayı her cemiyet, her kavim ayrı bir şekilde yapmış, böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. Aynı bir varlığa Türkler taş, Farslar seng, Araplar hacer demişlerdir. Aynı duygu ve düşünceleri anlatmak için kelimelerin münasebeti ve sıralanışı da bu kavimlerde başka başkadır. Çünkü her kavmin ayrı bir gizli antlaşmalar sistei vardı. Bir kavmin bütün fertleri arasında mevcut olan bu gizli anlaşma ve sözleşmelerin temeli bilinmeyen zamanlarda atılmıştır. Dil insanla birlikte var ola geldiğine göre bu gizli anlaşmaların kökleri ilk insana kadar gider. Yalnız, bu gizli anlaşmaların doğuşu ve mahiyeti bilinmemektedir. Varlıkların ve hareketlerin sözlerle karşılanışı gibi bu karşılayışın ayrı kavimlere göre farklı oluşunun da sebepleri ve mahiyeti meçhulümüzdür. Bu hususta mevcut kanaat dillerin doğuşunda taiattaki sesleri taklidin mühim bir yeri olduğu merkezindedir. Bugün her dilde ses taklidinden doğdukları açık olan bazı kelimeler de mevcuttur. Fakat böyle birkaç istisna dışında büyük kelime kütlelerinin herhangi bir ses taklidi izi taşımadıkları da muhakkaktır.

İçtimaî ve millî müessese

Dil içtimaî bir müessesedir. Fertlerin üstünde, bütün bir cemiyetin malı olan ve bütün bir cemiyeti içine alan kuvvetli bir müessesedir. Cemiyetlerin en büyük dayanağı dildir. Bir cemiyeti ayakta tutan, bir cemiyetin varlığını sağlayan, devam ettiren, bir cemiyette sarsılmaz bir birlik yaratan müessese olarak dilin oynadığı rol çok büyüktür. Bu bakımdan dil milleti teşkil eden unsurların başında gelir. Bir milleti, bir kavmi bazan tek başına ayakta tutar, millî benliği muhafaza ederek, onu yok olmaktan, eriyip başkalaşmaktan kurtarır. Demek ki dil bir milletin en büyük millî müessesesidir. Bu içtimaî ve millî müessesenin malzemesi ise seslerdir, yapısı seslerden örülmüştür. Sesler yan yana gelerek kelimeleri ve kelime dizilerini meydana getirirler. O halde dil seslerden yapılmış bir bina, seslerden kurulmuş bir yapı, büyük bir sesler sistemi, seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.

Kaynak: Türk Dil Bilgisi, Muharrem Ergin, Bayrak Yayın, İstanbul. Sayfa: 3-5.

Tarihten Geleceğe Türk Dili/Prof.Dr.Ahmet B.Ercilasun


Tarihten Geleceğe Türk Dili

Türk dilinin en eski izleri Sümer kaynaklarındaki Türkçe sözlerdir. M.Ö. 3100-M.Ö. 1800 yılları arasına ait Sümerce metinlerde 300'den fazla Türkçe söz yer almaktadır. Sümerceyle Türkçedeki ortak sözler ya ortak kökenden gelmektedir ya da alış veriş sonucu ortaya çıkmıştır. Hangi ihtimal doğru olursa olsun Türkçenin ilk verileri M.Ö. 2000-3000 arasına çıkmakta, yani bundan 4-5000 yıl geriye gitmektedir. Ortak sözler Türklerle Sümerlerin komşu olduklarını da gösterir. Türklerin hiç olmazsa bir bölümü M.Ö. 2000-3000 yılları arasında, belki de daha önce Ön Asya'da yaşamış olmalıdır.

M.Ö. 7.-3. yüzyıllar arasında Karadeniz'le Hazar'ın kuzeyinde ve Kuzeydoğusunda yaşayan Sakaların önemli bir bölüğü ve yöneticileri de büyük ihtimalle Türktü. M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Sakaların kadın hükümdarının adı Yunan kaynaklarında Tomiris olarak geçer. Bu kelime Türkçe Temir (demir) olsa gerektir.

Dîvânü Lûgati't-Türk'te anlatıldığına göre İskender'in Türkistan seferi sırasında (M.Ö. 330'lar) Türklerin bir kısmı, hükümdarları Şu yönetiminde Hocent civarında, yani Seyhun'un yukarı havzalarında idiler. İskender'in gelişiyle Şu ve idaresindeki Türkler Altaylara çekildiler; Oğuzlar ise Hocent civarında kaldılar.

Çin kaynaklarındaki ilk bilgilere göre Türkler Çin'in kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. M.Ö. 220'lerde ortaya çıkan Tuman (Teoman) Yabgu ve M.Ö. 209'da hükümdar olan oğlu Motun (Mete) Yabgu, Hunların büyük hükümdarları idiler ve merkezleri bugünkü Moğolistanda bulunan Orhun vadisinde idi. Hunlardan sonra da Topalar, Avarlar, Göktürkler, Uygurlar dönemlerinde, M.S. 840'a kadar Türklerin merkezi Orhun vadisinde olmuştur. M.Ö. 220 - M.S. 840 arasındaki 1000 küsur yıllık dönemde Türkler kudretli zamanlarında Okyanus kıyılarından Hazar'a, hatta bazen Karadeniz'in kuzeyine kadar uzanan topraklara hükmediyorlardı. Türklerden bir bölüğü M.S. 370'lerde İdil'i geçmiş ve Kafkaslarla Karadeniz'in kuzeyine ulaşmıştı. Batı Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Peçenekler ve Kıpçaklar 370'ten başlayarak yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa ve Balkanları yönetimleri altında bulundurmuşlardır.

Asya ve Avrupa Hunlarına ait herhangi bir Türkçe metin elimizde bulunmamaktadır. Ancak Çin ve Bizans kaynaklarına geçen bazı özel adlar ve kelimeler onlara ait Türkçe veriler olarak kabul edilmektedir. Çin kaynaklarında geçen tehri, kut, yabgu, ordu, temir gibi sözlerin Çinceleşmiş biçimleri, milât yıllarına ait Türkçe verilerdir. Attilâ'nın babasının adı olan Muncuk (Boncuk) ve oğullarının adları Dehizik, İrnek, İlek Türkçeyle açıklanabilmektedir. 6.-9. yüzyıllardaki Tuna Bulgarlarından yıl ve ay adları ile birkaç kelimelik bazı küçük metinler kalmıştır. Yıllar hayvan adlarıyla adlandırıldığı için yıl adları aynı zamanda çeşitli hayvanların adlarını gösteriyordu. Aylar sıra sayılarıyla ifade edildiği için Bulgar Türkçesindeki sayıların adlarını da böylece öğrenmiş oluyorduk.

Moğolistan'da bulunmuş olan 6 satırlık Çoyr yazıtı tarihi bilinen en eski metindir. İlteriş Kağan'a katılan bir askeri anlatan metin 687-692 arasında yazılmış olmalıdır. Orhun anıtları olarak bilinen İşbara Tamgan Tarkan (Ongin), Köl İç Çor (İhe-Huşotu), Tonyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan anıtları 719-735 yılları arasında yazılmışlardır. Uygurların ikinci kağanı Moyun Çor Kağan'a ait Taryat, Tes ve Şine-Usu anıtları 753-760 arasında dikilmiştir. Moğolistan'da, Yenisey vadisinde, Kazakistan'da, Talas'ta (Kırgızistan), Kuzey Kafkasya'da, İdil-Ural bölgesinde, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Polonya'da Göktürk harfleriyle yazılmış daha yüzlerce yazıt bulunmuştur. Bu küçük yazıtların 7.-10. yüzyıllar arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. Demek ki bu yüzyıllarda Doğu Avrupa ve Balkanlardan, hatta Macaristan'dan Güney Sibirya'ya ve Moğolistan içlerine kadar uzanan sahada Türkçe, Göktürk harfleriyle yazılan bir yazılı dil olarak kullanılmaktaydı.

9. yüzyıldan itibaren Türkçenin yazılı ürünlerini daha güneyde, Tarım havzasında da görmeye başlıyoruz. 840'ta Tarım havzasında ve Gansu bölgesinde devletler kuran Uygurlar; Göktürk, Uygur, Soğdak ve Brahmi alfabeleriyle kâğıt üzerine yüzlerce eser yazdılar, yüzlerce belge bıraktılar. Hatta bunların bir kısmı yazma değil, basma eserlerdi. Uygur yazılı eserleri, Gansu bölgesinde 17. yüzyıla kadar devam etmiştir.

11. yüzyılda Kâşgar ve Balasagun çevresi de bir Türk kültür çevresi olarak ortaya çıkar. 1069 tarihli Kutadgu Bilig Balasagun'da yazılmaya başlanmış, Kâşgar'da Karahanlı hükümdarına sunulmuştur. 1070'lerde Bağdat'ta kaleme alınan Dîvânü Lûgati't-Türk de aslında Kâşgar muhitinin eseridir. Türkler 10. yüzyılda Müslüman oldukları hâlde 11. yüzyılda Arap yazısı henüz Türklerin yazısı hâline gelmemişti. Kâşgarlı Mahmud 1070'lerde Türk yazısının Uygur yazısı olduğunu kesin şekilde kaydeder.

Kâşgarlı Mahmud Türklerin 20 boy olduğunu yazar ve onları batıdan doğuya doğru şöyle sıralar: 1. Beçenek, 2. Kıfçak, 3. Oğuz, 4. Yemek, 5. Başgırt, 6. Basmıl, 7. Kay, 8. Yabaku, 9.Tatar, 10. Kırkız, 11. Çigil, 12. Tohsı, 13. Yağma, 14. Uğrak, 15. Çaruk, 16. Çomul, 17. Uygur, 18. Tangut, 19. Hıtay. Listedeki Hıtay'ı Kâşgarlı'nın ifadesiyle "Çin ülkesi" olarak ayırmak gerekir. Bu sıralamadan az sonra Kâşgarlı Beçeneklerle Kıfçaklar arasına Suvarlarla Bulgarları yerleştirir. Kâşgarlı'nın iki dilli oldukları için dillerini bozuk saydığı Soğdak, Kençek, Argu ve Tangutlardan Arguları da Türk boyları arasında saymalıyız. Demek ki 11. yüzyılda Balkanlardaki Bizans sınırından Çin ve Moğalistan içlerine kadar Türkçe konuşuluyordu.
13. yüzyılda Türk yazı dilinin merkezîleştiği bölge Aral'ın güneyindeki Harezm bölgesidir. 13.-14. yüzyıllarda Altınordu'nun merkezi olan Hazar'ın kuzey kıyısındaki Saray'dan hatta daha batıdaki Kırım'dan Tarım havzasının doğusundaki Gansu'ya kadar Türk yazı dili kesintisiz olarak kullanılıyordu. Tarım havzasıyla Gansu'da kullanılan dile Türkoloji literatüründe Uygur Türkçesi, Altınordu ve Türkistan sahasında kullanılan dile ise Harezm Türkçesi denmektedir. Ancak ikisi arasında ses ve gramer yönünden hemen hemen hiç fark yoktur. Yazıları ise farklıdır. Birincisi Uygur, ikincisi Arap yazısını kullanır.

13. ve 14. yüzyıllarda Türk yazı dili, bu ana sahadan başka üç coğrafyada daha kullanılıyordu. Bunlardan biri Yukarı İdil (bugünkü Tataristan) sahasıdır. Burada bulunan mezar kitabelerinin dili İdil Bulgarcası idi. İkincisi Mısır ve kısmen Suriye idi. Buradaki yazı dili Harezm Türkçesine çok yakındı ve Kıpçak Türkçesi adını taşıyordu. Üçüncü saha Azerbaycan ve Anadolu sahasıydı. 13. yüzyılda bu alanda Oğuz ağzına dayanan yeni bir yazı dili doğmuştu. Bu yazı dili Balkanlara doğru sahasını genişleterek kesintisiz şekilde bugüne dek sürmüştür. Sadece mezar kitabelerinde gördüğümüz İdil Bulgarcası 14. asırdan sonra yerini Kıpçakçaya bırakır. Mısır ve Suriye'de ise 15. yüzyıldan sonra Kıpçak Türkçesi kullanılmaz olur.

Karadeniz, Kafkaslar, Hazar denizi ve İran, Kuzey-Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesini ayıran tabiî sınırlardır. 11. yüzyıldan itibaren Oğuzlar İran'ı aşarak Azerbaycan ve Anadolu'ya gelmişler ve Batı Türklüğünü oluşturmuşlardır. Batı Türklüğü 14. yüzyılda Balkanlara taşmış, daha sonra Macaristan sınırına dayanmıştır. Bugünkü Irak ve Suriye'nin kuzey bölgeleri de Batı Türklerinin 11. yüzyıldan itibaren yerleştikleri yerlerdi ve buralardaki nüfus Anadolu Türklüğünün tabiî uzantısıydı. Öte yandan Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine de önemli miktarda Osmanlı Türkü yerleşmişti. Bütün bu sahalarda Batı Türkçesi ortak bir yazı dili olarak kullanılmıştır. 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu ve Azerbaycan'da yazılan eserleri, yazı dili olarak birbirinden ayırmak kolay değildir. Bu asırlarda yazı dili henüz standartlaşmamıştır; esasen Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlarda henüz siyasî birlik de yoktur; bölgede çeşitli Türk beylik ve devletleri hüküm sürmektedir. 15. yüzyılda Osmanlılar güçlenerek birliği kurmaya yönelirler ve yeni oluşmaya başlayan İstanbul ağzı esasında Osmanlı Türkçesi standart hâle gelir. 16. yüzyılda Doğu ve Güney-Doğu Anadolu ile birlikte Suriye ve Irak da Osmanlı topraklarına dahil olur; böylece bu bölgeler de Osmanlı Türkçesi alanı içine girerler. Kuzey ve Güney Azerbaycan, İran'la birlikte bir başka Türk devletinin, Safevîlerin yönetiminde kalır. Ancak yine de 16. asırda Azerbaycan ve Osmanlı yazı dillerinin kesin şekilde ayrıldığını söylemek doğru değildir. Hatayî ve Fuzulî her iki çevrenin de şairidir. 17. yüzyıldan sonra iki yazı dilinin ayrıldığını söylemek mümkündür; ancak aralarındaki fark yok denecek kadar azdır.

Kuzey ve doğu Türklerinde Harezm Türkçesinin devamı niteliğindeki Çağatay Türkçesi tek ve ortak yazı dili olarak 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü. Bunun bir tek istisnası vardı: Kırım Hanlığı. Osmanlı idaresinde bulunduğu için Kırım Hanlığında kullanılan yazı dili Osmanlı Türkçesi idi.

13. yüzyıldan itibaren iki ayrı yazı dili hâlinde gelişen Doğu ve Batı Türkçeleri sürekli olarak birbirleriyle temasta olmuşlardır. Çağatay sahası eserleri, özellikle Nevayî Osmanlı ve Azerbaycan Türklerince hep okunmuştur. Buna karşılık Osmanlı eserleri de özellikle İdil-Ural bölgesinde sürekli okunmuştur. Osmanlı ve Azerbaycan sahasında Nevayî'ye Çağatayca olarak nazireler yazılmış ve bu 19. yüzyıla kadar sürmüştür.

1552'de Kazan'ın düşmesiyle başlayan Rus yayılması 1885'te Batı Türkistan'ın işgaliyle tamamlanmıştır. Doğu Türkistan 1760'larda Çin işgaline uğramıştı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bağımsız olan Türkler sadece Osmanlı Türkleriydi.

19. yüzyılın ortalarında Türk yazı dilleri için yeni bir süreç başlar. Kazan Üniversitesinde hocalık yapan müsteşrik ve papaz İlminski, her Türk boyunun konuşma dilinin ayrı bir yazı dili hâline gelmesi gerektiği görüşünü ortaya koyar ve bunun için çalışmaya başlar. Özellikle Tatar aydınlarıyla Kazan'da okuyan Kazak aydınları üzerinde etkili olur. Bu iki Türk boyunun bazı yazar ve şairleri, ortak olan Çağatay yazı dili yerine kendi konuşma dillerini yazı dili hâline getirmeye çalışırlar. Yüzyılın sonlarına doğru Tatar ve Kazak yazı dillerinin ilk eserleri verilmeye başlar. İlminski'ye karşılık Gaspıralı İsmail, 1884'te Bahçesaray'da (Kırım) çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesi ve Türk dünyasının her tarafında açtırdığı usûl-i cedit okulları vasıtasıyla ortak yazı dilini savunur; bütün Türk dünyasının sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesinde birleştirilmesini ister. Rusya'da Meşrutiyetin ilân edildiği 1905 yılından itibaren Kırım, İdil-Ural, Azerbaycan ve Türkistan bölgelerinde Türk yazı dili konusu sıkı bir şekilde tartışılır. Gaspıralı İsmail'in tesirinde kalan Türk aydınları yazı dilinde birlik fikrini savunurlar ve buna uygun eserler verirler. İlminski'nin fikirleri ise başka müsteşrikler ve Çarlık memurları tarafından yayılmaya çalışılır. İlminski gibi bir papaz ve müsteşrik olan Nikolay Ostroumov 1870'ten 1918'e kadar Türkistan Vilâyetinin Gazeti’ni çıkararak bu gazete vasıtasıyla İrancalaşmış Özbek ağızlarını yazı dili hâline getirmeye çalışır. 1888-1902 arasında çıkarılan Dala Vilâyeti gazetesi Kazakçayı, 1905-1908 arasında çıkarılan Mecmûa-yı Mâverâyı Bahr-ı Hazar Türkmenceyi yazı dili yapmaya uğraşır. Her üç gazete de Çar idaresince çıkarılmaktadır. Yüzyılın başındaki bu tartışma ve uygulamalar kaynaklara ulaşmanın zorluğu yüzünden bugüne kadar ciddî şekilde araştırılmış değildir. Ancak 1917'deki Bolşevik ihtilâlinden sonra serbest tartışma ortamı yok edilmiş, İlminski ve Ostroumov'un fikirleri zorla uygulanarak her Türk boyunun konuşma dili ayrı yazı dili hâline getirilmiştir. Bu süreç Sovyetler Birliği’nde 1930'larda tamamlanmıştır. Çin idaresindeki Doğu Türkistan'da ise Uygurca, Çağatay yazı dilinin devamı olarak sürerken 1949'daki komünist idareden sonra mahallîleştirilmiştir. Alfabe değişiklikleriyle bu süreç hızlandırılmış, her Türk yazı dili için ayrı alfabeler oluşturularak farklılık artırılmaya çalışılmıştır. Bütün bu çalışmalar sonunda bugün 20 Türk yazı dili ortaya çıkmış bulunmaktadır: 1) Türkiye Türkçesi, 2) Gagavuz Türkçesi, 3) Azerbaycan Türkçesi, 4) Türkmen Türkçesi, 5) Kırım Tatar Türkçesi, 6) Karaçay-Malkar Türkçesi, 7) Nogay Türkçesi, 8) Kumuk Türkçesi, 9) Kazan Tatar Türkçesi, 10) Başkurt Türkçesi, 11) Kazak Türkçesi, 12) Karakalpak Türkçesi, 13) Kırgız Türkçesi, 14) Özbek Türkçesi, 15) Uygur Türkçesi, 16) Altay Türkçesi, 17) Hakas Türkçesi, 18) Tuva Türkçesi, 19) Saha (Yakut) Türkçesi, 20) Çuvaş Türkçesi. Rusya bugün dahi yeni yazı dilleri oluşturma fikrini bırakmış değildir. Tataristan Cumhuriyeti dışında kalan Batı Sibirya Tatarları ile Güney Sibirya'daki Şorların ağızları bazı fonlar ve yardımlar yoluyla yazı dili hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Türk dünyasında 1990'dan beri yeni bir süreç başlamıştır. Beş Türk cumhuriyeti bağımsız olmuş, diğerleri de daha serbest hareket edebilme imkânlarına kavuşmuştur. Şimdi artık kendi kültür politikalarını kendileri tayin edecek duruma gelmişlerdir. Nitekim bunun etkisi de kısa zamanda görülmeye başlanmıştır. 1991 Aralığında Azerbaycan, 1993 Nisanında Türkmenistan, 1993 Eylülünde Özbekistan, 1994 Şubatında Karakalpakistan Lâtin alfabesine geçme kararı almışlardır. Bu ülkelerde yeni alfabeye geçiş kademeli olarak uygulamaya konmuştur. Öte yandan Kırım Türkleri ile Gagavuzlar da Lâtin alfabesine geçerek bazı süreli yayınlarını yeni alfabeyle basmaya başlamışlardır.

"Dil dışı şartlar" dediğimiz siyasî, iktisadî ve kültürel ilişkiler de Türk yazı dilleri arasında yeni etkileşim ve oluşumlara yol açmaya başlamıştır. Türkiye'de Türk cumhuriyetlerinin edebiyatlarına ait bazı parçalar lise edebiyat kitaplarına konmuştur. Türk Ocakları, Kültür Bakanlığı, TÖMER gibi kuruluşlarca Türk lehçelerini öğreten kurslar açılmıştır. Nihayet dört üniversitede (Ankara, Gazi, Muğla, Atatürk) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri açılmıştır. Pek çok Türkiyeli genç Türk cumhuriyetlerinde öğrenim görmektedir. Sayıları az da olsa sosyal bilim dallarındaki bazı genç araştırıcılar Türk toplulukları arasında araştırmalar yapmaya başlamışlardır. Avrasya televizyonunun bazı genç yapımcıları da Türk dünyasına sık sık giderek yeni yapımlara imzalarını atmaktadırlar. Siyasî, iktisadî, ilmî ve kültürel heyetler de sık sık bu dünyaya yolculuk etmektedir. Türk cumhuriyet ve topluluklarında uzun süreli kalan iş adamları ve görevliler de az değildir. Bütün bu teşebbüs ve ilişkiler Türk lehçelerinin Türkiyeli aydınlar ve gençler tarafından öğrenilmesine yol açmaktadır.

Türkiye Türkçesinin diğer Türklerce öğrenilmesi ise çok daha büyük ölçülerde karşımıza çıkmaktadır. Türkiye'de öğrenim görerek bizim lehçemizi öğrenen öğrencilerin sayısı 10.000'i geçmiştir. İktisadî, kültürel veya ilmî sebeplerle Türkiye'ye gelip kısa veya uzun süreli ülkemizde kalan ve Türkiye Türkçesiyle bizlerle anlaşabilen pek çok insan vardır. Öte yandan Türk cumhuriyet ve topluluklarında pek çok okul açılmıştır ve bu okullarda on binlerce öğrenci okumakta, Türkiye Türkçesini öğrenmektedir. Doğrudan doğruya Türk televizyonlarını izleyebilen Azerbaycan veya Avrasya yayınlarına bakan Türkistan cumhuriyetleri bu kanalla da Türkiye Türkçesine aşina olmaktadır.

Bütün bu temas ve faaliyetlerin sonuçlarını önümüzdeki yıllarda görebiliriz. Türk televizyonlarını izleyen Azerbaycanlı çocuklar daha şimdiden Türkiye Türkçesindeki farklı kelimeleri tanımaya ve hatta kullanmaya başlamışlardır. Samaylot yerine uçak kelimesi pek çok Türk topluluğuna ulaşmıştır. Türkiye Türkleri de artık orun (yer), kıyın (zor), çalar (nüans), kayıtmak (geri dönmek), aylanmak (çevresinde dönmek), uçraşmak (karşılaşmak), tapmak (bulmak) gibi kelimeleri tanımaya başlamalıdırlar.

Eski Sovyetler dışındaki Türk dünyası ile ilişkilerimiz de artmıştır. Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya, Yugoslavya, Romanya gibi Balkan ülkelerinde yaşayan Türklerle artık daha sık temas hâlindeyiz. Balkanlardan gelen pek çok Türk genci de Türk üniversitelerinde okumaktadırlar. Bu ülkelerin çoğunda ilk ve orta dereceli okullarda Türkçe öğretim yapılmakta, Türkçe gazete ve dergiler çıkarılmaktadır. Hemen hemen hepsinden Türk televizyonları izlenmektedir. İran'da da Azerbaycan Türkçesiyle (Arap harfleriyle) dergi ve kitaplar yayımlanmakta, belirli saatlere mahsus olarak radyo ve televizyon yayınları yapılmaktadır. İran’da artık Türkçe eğitim talepleri başlamıştır. Irak'ta, 36. paralelin kuzeyinde birkaç yıldan beridir Türkçe öğretim yapılmaya başlanmıştır; Türkçe gazete ve televizyon yayınları yapılmaktadır.

Türk dili yarın nasıl olacaktır? Yukarıda sayılan gelişmeler elbette Türk dilinin yarınını büyük ölçüde belirleyecektir. 20 yıl sonra Türkiye Türkçesi, Türk dünyasındaki pek çok aydın tarafından bilinen ve Türkler arası plâtformlarda kullanılan bir iletişim dili olacaktır. Bu süre içinde Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş olması da muhtemeldir. Türk dünyasının bazı genç aydınları az da olsa makale, şiir, hikâye ve kitaplarını Türkiye Türkçesiyle yazmaya başlayacaklardır. Onların, bizim yazı dilimizle yazdıkları eserlerde kendi lehçelerine ait bazı kelimeler, hatta fonetik ve morfolojik özellikler bulunabilecektir. Böylece bizler de o lehçelerden küçük tatlar almaya başlayacağız. Şüphesiz Türkiye Türklerinden yetişmiş bazı şair ve yazarlar da eserlerine Türk lehçelerinden kelimeler ve bazı özellikler serpiştireceklerdir. Bu hem Türkiye Türkçesinin kendi kaynaklarından beslenerek zenginleşmesine, hem de yeni tatlarla çeşitlenmesine yol açacaktır. Böylece 4000 yıl önce Sümer kaynaklarında görülen agar (ağır), di- (demek), dingir (tenri-tanrı), dug- (dökmek), men (ben), zae (sen), zag (sağ), gişig (eşik-kapı) gibi kelimeler önümüzdeki bin yıllarda sonsuzluğa doğru yollarına devam edeceklerdir.

Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun

26 Haziran 2008 Perşembe

Bülbül Sesli Bir Dilden Tekrar Moğol Tokmaklarına Mı?/ Nejat Muallimoğlu

NEJAT MUALLİMOĞLU, BÜLBÜL SESLİ BÎR DİLDEN TEKRAR MOĞOL TOKMAKLARINA MI?

Hamdullah Suphi Tanrı över, 1950'lerde, Pendik Lisesinin bir müsameresinde dil konusuna da temas ederek demişti ki:
“Bir seyahatte idim; vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken göz ucu ile adeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra, gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim" dedi. "Kusurumu hoş gürünüz. Konuşmanızı yol boyunca takip ettim. Hiç duyup işittiğim bir lisan değildi. Diliniz, belli başlı Batı ve Doğu dillerinden pek farklı. Nece konuşuyorsunuz?"

"Biz Türk`üz ve şu konuştuğumuz lisan da Türkçe'dir" dedim.

Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musîkîli diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın kendimden geçtim. Aman bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk hiç bir Batı dilinde yoktur”

Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de Yaşayan Türkçemiz`de çıkan bir makalesinde (l.c. 264.S. 1981), bir zamanlar Hamburg Üniversitesi’nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de Türk dili derslerine katıldığım görerek hayrete düştüğünü yazar:
"Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum". Dakikalarının bile boş geçmediğini tahmin ettiğim bir ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe’de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığını söylemek zorunda kaldım. Maksadımı anlayan Alman profesör bana verdiği cevap, çok dikkate değer: `Ben, Türk dili kadar âhenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük zevk duyuyorum."

Türkçe’yi Anadolu Türkçesi Güzelleştirdi

Türkçe, iyi konuşanların dilinde gerçekten dünyanın en musîkîli, âhenkli dillerinden biridir. Dilimiz bu güzelliğin tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle âhenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçesi, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçeleşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten, zengin seslere giden bir seda hürriyeti, Türkçe'de gerçek bir ses musikîsi gelişmesidir.

Eski Türk dillerinde uzun hece yoktur. Nihat Sami Banarlının dediği gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara âhenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bu gün dilimizdeki gel! git! in!kös! vur! kaç! dür! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı. Refik Halit Karay da şunları söyler:
Türkçe, Asya’da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi’nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ettikler, bir "kakofoni" den bir "melodi" çıkardılar.

Buyurun, Asya Türkçesindeki bazı kelimeler: Adhak, batrak, bedhük, bıdhik, dudgay, eckü, emgek, kadhgu, kapga, karanggu, kaguk, kıragu, kızlamık, konkül, kesni, koglek, kudgug, ergak, sarıçga, targak, tegir, tengiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.
Ziya Gökalp, "G"li sözler istemeyiz, diyordu. Yukarıdaki kelimeleri sesli okursanız, gerçekten tok ve kaba seslerden oluştuklarım daha iyi göreceksiniz. Şimdi de, bu kelimelerin Türkiye Türkçesinin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: Ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamık, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak. Asya Türkçesi, gördüğünüz gibi "Moğol tokmakları" île dolu idi. Yine Kaşgarlı Mahmud zamanında Türk dillerinde bulunan fakat artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu kelimelerden bazıları:
Kıdhıglık, "kenarlı külah"; bukagu, "hırsızların ellerine vurulan kelepçe"; buturgak, "pıtrak, fıstık biçiminde çengel bir diken"; çançarga, "serçe kuşu"; çiçalak, "serçe parmağı"; çiçamuk, "yüzük parmağı"; çifşeng, "ekşi, ekşimiş"; kakkuk, "kurutulmuş et veya meyva"; kakurgan, "yağ ile yoğurulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur"; tabuzgak, "bilmece"; tuturkan, "pirinç"; yagak, "ceviz".

Türkiye Türkçesinin fonetik çarkı, bu "Moğol tokmakları"nı öğüterek ehlileştirdi, kulağı okşayan munis sesler haline getirdi. Bununla beraber, fonetik çarkın tesirini göstermesi oldukça zaman aldı. Dede Korkut Hikayeleri’nde (8-13-yüzyıl) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla Han Tur Ali`yi "Kanturalı" yaptı. Yine 14.asrın sonlarına doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey’in adım Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak "Turalı" diye seslendirdiler.

Fatih Sultan Mehmet`in ordusu İstanbul'u zapt ettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adım verdiler. Eski Türk telaffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini "Cibali" âhengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türklerinin dilinde artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihat Sami Banarlı’nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın, yeni bir coğrafyanın terennümü idi." Türkiye Türkçesi, o Türkçenin en büyük temsilcisi Yunus Emre’nin dilinde zirveye erişti:

Ben Yunus-u biçareyim / Dost elinden avâreyim
Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi.

Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve sesli sözler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın, Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla, çocuklarına nasıl adlar veriyorlar; Ayten, Aysel, Aygül, Aytül, Bilge, Bengi, Erdal, Erkal, Erol, Gülali, Gülay, Gülnur, Güner, Güvenay, îlker, Meral, Özcan, Pelin, Selçuk, Sevay, Seda, Süha, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler, acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalma veya kalından inceye giden seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş çıkış yapar mıydı?

Türkçe’nin, Türkiye'de işlemeye başlayan fonetik çarkı, kendinden olmayan kelimeleri de almış, zaman zaman akla hayale gelmeyecek işlemlerden geçirerek, tanınmayacak bir şekilde değiştirmiş, kendine mal etmiştir. Cameşüy, guuşe, şüban, Çeharşenbih, Pençsenbih İranlı`nın, "çamaşır", "köşe", "çoban", "Çarşamba" ve "Perşembe" Türkündür. Türk, Farsça`da "çiçek" manasında kullanılan gul’u muayyen bir çiçeğe izafe etmiş ve "gül" sesi ile güzelleştirmiştir. Yine, şeft-alü İranlının, "şeftali" Türkün, zedr-alü onların, "zerdâli" bizimdir. Evet, ateş Türkçe değil, Farsçadır. Ama İranlının "ateş"inde, Yusuf Ziya Ortaç'ın dediği gibi, Türk'ün "ateş"inde olmayan bir met, bir çekiş vardır. Türk’ün dilindeki "ateş"e İranlı "a’teş" der.

Dilimizdeki Arapça asıllı kelimelerin de Türkçeleştirilmesinde aynı işlemin tesirini görüyoruz: manalara, neva, sahih, na'na, sahlap, Arabın, minâre, hava, sahi, nane ve salep Türkündür.
Türk, zapt ettiği şehir ve kasaba adları ile o ülkelerin dillerinden alıp kendine mal ettiği kelimeleri de Türkçeleştirmiştir. Böylece, Yunanca'daki Anatolus, Türkçede "Anadolu", Adriyanapolis, "Edirne", Aya-Nikola "İnegöl", Selanikos "Selanik" oldu. Gerçek`den "kulbe" şeklinde Farsça`ya geçen kelime, Türkiye`de "kulübe" oldu. Yunan'ın kestanon'u, Türk'ün "kestane"si oldu.
Doğru, "düş" Türkçe. Ama Türk onu bin yıl önce terk etti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.

Katlettiğimiz Güzel Türkçe

Hamdullah Subhî Tanrıöver'in tren yoldaşı ecnebiyi hayran bırakan "bülbül sesli" Türkçe, dil zevkinden mahrum insanların ağızlarında "karga sesli" bir dil haline gelmek üzere. Bir dili en iyi konuşanların basında, ülkenin tiyatro sanatkârlarının gelmesi icap eder. Ama her meslekteki her sınıf halkımızın konuştukları Türkçe gibi, sahne Türkçesi de yozlaşmaya başladı.

Gerçekte bu yozlaşma yıllarca önce başladı. Uzun yıllar Muhsin Ertuğrul'un yanında çalışan sahne sanatkârı Yusuf Ayhan, Tercüman gazetesinde "Türkçecilik Türkçe`yi iyi konuşmaktır" başlıklı yazısında (17 Mayıs 1980) "Üç Saat" operetinin provaları sırasında, o günlerdeki Türk tiyatrosunun her şeyi Muhsin Ertuğrul'un "tiyatro ölüyor" diye sızlandığım yazdı. Muhsin Ertuğrul'u bilhassa kızdıran şey, sanatkârların, Türkçeyi yanlış telâffuz etmeleri imiş.
Yusuf Ayhan, bu yazısında Muhsin Ertuğrul`un, yılların tanınmış kadın sanatkârı Bedia Muvahhid'e "sertçe" bağırdığım yazar: "Bedia, kelimeleri ağzında pestil gibi ezme. Ne konuşuyorsun? Ne söylüyorsun? Rumca mı, Türkçe mi konuşuyorsun? Ne söylediğin"! evvela ben anlamalıyım."

Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul’un biraz sinirlendiğim ve "pek sevdiği arkadaşlarım bile haşlamışken, ihtârı biraz daha ileri" götürdüğünü, Türkçe’yi yanlış ve bozuk kullanmamak gerektiğim, "adeta bir karargâh kumandanı emri gibi" tekrarladığımı da ilave ediyor:

"Dil meselesi, bizim meselemiz değildir; amma bizim vazifemiz, Türkçe’yi kusursuz ve güzel konuşarak korumaktır.” "Bi" değil "bir", "yapacız" değil "yapacağız", "beycim" değil "beyciğim" (benim ilavem: "abi" değil "ağabey") diye konuşacağız. "Sora" diye bir şey yok, "sonra" vardır. Fonemleri ağızımızda gevelemeyeceğiz."

Önceki tiyatro sanatkârı Yusuf Ayhan, Muhsin Ertuğrul'un "fonem" dediği şeyin "ses parçaları" olduğunu belirttikten sonra, "iyice kükrediği"ni söyler:

"Kaşdı" değil "kaçtı" deyiniz. Güzel Türkçe’yi siz daha güzel konuşmaya mecbursunuz. Unutmayınız, dilci değil, Türkçeci değil, ama hepsinin üstünde tiyatrocusunuz."

Tiyatrocuların dillerinin nasıl bozulduğunu Türkçemiz (1958) adlı kitabı ile Türkçe’yi kurtarmak için çırpınanların arasında yer alan Nüvit Özdoğru, Cumhuriyet`teki bir yazısında (23 Eylül 1971) meslekdaşları (yani tiyatrocular) arasında Türkçe'yi bozuk konuşanların bir hayli olduğunu şöyle anlattı:
"Geçen yıl, elli beş tiyatro oyuncusu arasında yaptığım bir ankette, hatırası yerine "hatırâsı", hülâsası yerine `hülâsâsı", asası yerine "âsâsı", gazabı yerine "gazâbı", zarif yerine "zârif, lisan yerine "lîsân", maiyet yerine "mâiyet", mantıkî yerine "mantıkî", kavî` yerine "kaavi", herkes yerine "herkez" diyenler çoğunluktaydı.

Yanlışlar elbet Arapça, Farsça asıllı kelimelerle bitmiyordu. Aynı ankette, hayır yerine "hayır", yârın yerine "yarın" , yanlış yerine "yalnış", umûdu yerine "umudu" "kat`î" anlamında kesin yerine "kesîn" diye") yüzde otuz ile yüzde elli arasındaydı.

Fransızca “ün” anlamına gelen prestij ile Farsça "tapınma" anlamına gelen perestij kelimesini birbirine karıştıran yaşlı başlı oyuncular görüyoruz. Çok sayıda tiyatro oyuncusunun nüfus ile nüfuz’u, delâlet ile dalâlet’i, seri ile serîyi karıştırdığına, parlamento, panorama, koleksiyon, karakter, üniversite, mekanizma, pitoresk, akıbet, ahize, kelime, râkip, târikat, mâkam, âleni, şevkat, tavsiye, mahsur, seyyahat, yanlız dediklerine şahit oluyoruz.”
Yusuf Ayhan, .Jonüa bahsettiğimiz yazısında, "Muhsin Ertuğrul tiyatroda Türkçe’yi güzel konuşmaya mecbur eden böyle bir otorite vardı” diyor. “Biz buna TRT ekran ve mikrofonlarında daha da titiz bir anlayışla dikkat etmeliyiz. Amma, nerede o kaygı, nerede o ruh, nerede o otorite?”
Önceki yılların sahne sanatkârı şöyle devam ediyor:

“Üst üste üç dört gece kulaklarıma dolan kelimelerin şu çirkinliğine bakınız: vicdan yerine “vicdan”, içtu yerine “uştu”" deyip geçiyorlar. Cereyan da "ceryan" olmuş.
Hele şu son su baskını ve toprak kayması gecelerinin birinde, mikrofonun başındaki adam heyelan`a "heylan" deyince kafamın tası attı."

Ben, son iki yıl içinde on dört-on beş yerde Türkçe üzerinde konuştum, hitabet dersleri de verdim. Üniversite mezunu, bir holdingle iyi bir mevki sahibi olan ve yabancı bir dil bilen otuz-otuz beş yaşlarındaki kimselerin Türkçeleri beni hayrete boğdu. Onlar da Nüvit Özdoğru'nun tiyatrocuları gibi, yarın, hayır, makam, avize kelimelerinin nasıl telaffuz edileceklerini bilmiyorlardı. Suç, tabiî onlarda değil. Gerçi Türkçelerini geliştirmek yolunda hiçbir şey yapmamaları oldukça bir kusur sayılırsa da her gün işittikleri ve okudukları Türkçe karşısında başka türlü konuşmaları da güç. Hastahane'nin "hastane", postahane'nin "postane", kütüphane'nin "kütüpane", eczahane`nin "eczane", Molla Gürani Sokağı'nın "Molla Gürani Sokak" haline getirildiği bir ülkede güzel Türkçe de neymiş? Bunlara bir de dillerindeki kelime sayısının iki yüz elliyi geçmeyen güya okumuşların sık sık tekrarladıkları "yadsımak", "saptamak", "kargımak", "anımsamak", "aygıt", "olanak" gibi Moğol tokmaklarım da eklerseniz, Hamdullah Subhî Tanrıöver`in tren yoldaşı ecnebinin hayranlık duyduğu güzel Türkçe’nin fatihasının henüz okunmasa bile, okunmak üzere bulunduğunu söylemek aşırı karamsarlık mı olur? (Merak ediyorum: Molla Gürani Sokağı "Molla Gürani Sokak" oluyor da Atatürk Caddesi niye "Atatürk Cadde" olmuyor?)

Evet, Türkçe’nin istikbalini karanlık görüyorum. Ama yine de dilimizin bir gün aydınlığa kavuşacağı ümidimide yitirmiş değilim. Dante, İlahî Komedi`sinde, cehenneme girmek üzere olanlara şunları söyler: "Lasciate ogni speranza, voi ch’entrata- Buraya girenler, ümitlerinizi terkediniz."

Eğer bizler, gerçek ve güzel Türkçe’yi sevenler, kendimizi el birliği ve dil birliği ile dilimizi kurtarmaya adarsak, dünyanın en güzel ve en bol sesli dillerinden biri olan Türkçe, cehennemin kapısından geçmeyecektir. Ben, bütün karamsarlığıma rağmen, buna inanıyorum. Doğru, yıllar yılı Türkçe üzerinde oynana gelen oyunlar neticesi, zaman zaman aşılması güç engellerle karşılaşabilirsiniz. Ama güzel ve zengin Türkçe yoluna çıkmaya bir defa karar verirseniz, emin olun, bütün engellerin hakkından geleceksiniz. Yeter ki, o kararı verin. Bir Çin ata sözünün dediği gibi: "En uzun yolculuk, bir adımla başlar."

Ve nihayet, "zihnî faaliyet’in sizi daha sıhhâtli bir insan yapacağım da aklınızdan çıkarmayın. Amerika’daki dünyaca meşhur Mayo Kliniği Müdürü Dr. William Menninger`e zihnî sıhhatin nasıl elde edileceği sorulduğu vakit şu cevabı verdi: "Hayatta kendinize bir görev seçin ve onun üzerinde ciddiyetle düşün," Sizin görevinizin de Türkçe’yi daha iyi konuşmak ve yazmak olmaması için bir sebep mi var?

Bugünkü Türkçe/Yahyâ Kemal Beyatlı

BUGÜNKÜ TÜRKÇE
Lisan bahsi açıldıkça: "Hâlâ mı o bahis?" diyerek bezginlik gösterenler bana; acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde: "Hâlâ mı o bahis!" diyecek bir Türk, menfur bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkki, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı bu derece vâriddir. Vatan fikri bizde dâima vardı; fakat Namık Kemâl'in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı, bize öğretseydi: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe'dir, bu bağ öyle metîn bir bağdır ki; vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçe'dir. Bu bağ milyonlarca Türk'ü birbirinden ayırmıyor, fakat dimağdan dimağa kalbten kalbe geçmiş bir teldir ki, yarın Türk edebiyâtının âteşîn, feyyaz, ceyyid bir devresi açılırsa, millî rûhu, bir elektrik seyyâlesi gibi bütün dimağlar ve kalblerden geçirerek, bu dağınık kitleyi yekpâre bir halde ayağa kaldırır.
Heyhat bir kimse zûhur edip de lisan fikrini bizim kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçe'yi sevmiyor değiliz, seviyoruz, fakat tıpkı vatanı Namık Kemâl'den evvel sevdiğimiz, gibi. Bu kâfî değil. Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz sadelik, güzellik, doğruluk, tabiîlik gibi tâlî bahislerle yer tutumuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki; bu bahisle ancak lisan meraklıları, edîpler, muallimler alâkadardır. Ah bu gaflet gafletlerimizin en büyüğüdür. Aramızda kaç kişi idrâk eder ki, yeni bir millet olmaya çalıştığımız bu devrede gâyeye varmak için tasarladığımız bütün terâkkî, temeddün, terbiye, irfan projeleri hep bu Türkçe mes'elesine dayanıyor. Yeni bir mektep olmak için mektep lâzım; bu en doğru bir fikrimizdir; fakat mektep muallimsiz ve ve kitapsız olmuyor. Muallim bu asırda ancak çekirdekten yetişebiliyor; mektep kitabını ancak terbiye ve ilim mütehassısları yazabiliyorlar: Binâenaleyh, muallim yetiştirecek bir Dârülmuallimîn, ilmi Türkçeleştirecek bir Dârülfünun, işte bu iki müessesenin lüzumu, bu kurtuluş işinde her şeyden evvel göze çarpıyor. ba ağacı nazariyesini ortaya atan Türk âliminin, bu on dört senelik inkılâpta en doğru fikri söylediği anlaşılıyor:

Gelmiştir o nâzır-ı yegâne
Gûya bu kelâm için cihâne
Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ocak 1972, sayı: 1, sh, 23-24