
Kabuk müptelalığının öncelikli meselesi, adı üzerinde kabuk; mânâ değil…
Doğur-gaç gibi kelimeleri Türkçeleşmiş addedenlerin “Türkçe seferberliği” hayrete şayan cidden. Türkçeye özen göstermekten ziyade, Türkçeyi pörsütmektir bu! Hani Türkçemizin güzelliği, ahengi, inceliği? Bugün bu ülkenin yazarlarını kıstas alıp, kaç kelime ile yazdıklarını bilmek dahi meselemizi açığa kavuşturmaya kâfi.
Gökalp’in “dili dilime, dini dinime” diyerek özetlediği millet tanımında, dilin bir millet için ne denli mühim olduğu malum… Bu sebeple dil, bir izah biçimi. Dil müessesesi itina ile muhafaza edilmediği müddetçe, ruhlar yabancılaşma mecburiyetinde âdeta. Hâl böyle iken; kişinin dili ile ruhunun iklimi müşterek güzergâhta. Beyatlı’nın ifadesiyle: “Her halk kendi ikliminin lisanını söyler.”
Dili olmayanın kimliği de olmaz. Dilsizlik bir nevi kimliksizlik... Zaten “insan dilinin altında saklı”. Dilin ifşâ edici bir vasfı var muhakkak. Kelimeler gücünü mânâlarından alıyor.
Halk, dilin kaynağı… Onun zaman dâhilinde sindirdiği bâzı kelimeler mevcut. Bu kelimelerin halen daha muhtevası ile uğraşmak, tuhaf bir kısır döngü… Zaten canlılığı inkâr edilerek, kısırlaştırılmak istenen yalnızca Türkçe değil. Bu minval üzere, inat ve ısrar ile “ulusal düttürü” cülük; yıkıcı, köreltici ve yozlaştırıcı…
Kök itibari ile farklı olup, zamanla benimsediğimiz, zamanla bizden olan her kelimenin kullanılmasında ne sakınca var? Fazlaca abartmadan kullanılmalarında bir beis görmüyorum. Tabelalarına değin yabancı kelime istilasına uğramış bir ülkenin de ciddi meseleleri olduğunun kanaatindeyim elbette.
Öz-Türkçecilik, dilin canlılığını öldürmekle yükümlü sanki. Kökü doğuya uzanan kelimeleri tasfiye edip, batı menşeli kelimeleri baş tacı yapmak, sömürgecilerin boyunduruğu altına girmenin bir başka yolu… Hâlbuki batılılaşma hareketini öze-dönüş hareketi olarak görmek, özün dönüp dönüşmesi ile alâkalı.
Türkçeye yapılan en büyük haksızlıklardan biri de, bâzı Türklerin Türkçeyi yalnızca bir iletişim aracı olarak idrak etmesi… Bizzat şuurun istikamet verdiği dil gerçeğini tefekkürden, yâni düşünceden soyutlayarak, mânâsızlaştırıyorlar! Türkçeyi kurtaranların(!), Türk’ü kadîm bir medeniyetinin varisliğinden kurtarması gibi…
Bu millet kabile hayatını dünde yaşamadı, bugünde… Bir taassup hâline gelen saf-dil bahsinden dem vurup, millîlik gütmek ise, tam mânâsı ile trajik! Terakkimize mani olan, olsa olsa bu kabileci zihniyet…
Kelime alamayanlar, kelime veremez! Kısırlaştırılma hâdisesi ile anlatılmak istenen budur esasen. Güzel Türkçenin güzel kalması kısırlaşmaması ile mümkün. Hemen suâl edelim: Hangi dil saf kalmış ki?
Hâsılı; kabuk milliyetçileri Türk’ü Türkçeden arındırmak için “uydurukça” yı şiar edinmeyi Türkçeye hizmetkârlık olarak telakki ediyor! “Dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir” diyen Gazinin yakasını da bırakmıyorlar hâlâ. Bu “öz-Türkçe” ciliğin hangi özü Türk olana hitap ettiği ise meçhul. Haddizatında; cihanşümul bir devlet idrakinden süzülen bugünün genç Cumhuriyetinde, biz gençleri Tarzan-vari bir dilin mahkûmu yapmak istiyorlar.
Afşin Selim